Vay anasını sayın seyirciler!
Y kuşağı temsilcisi genç turizmci kardeşlerime ithafen; ne olacak bu ülkenin hali?
Geçtiğimiz günlerde bir gurup Y kuşağı çocuğu bendeniz X kuşağı amcalarını ablukaya alarak sıkı bir sorgulama olayına giriştiler. Sohbetin konusu memleketin malum durumu ve buna bağlı olarak turizm sektöründeki düşüşler, tatsızlıklar, rakamlar vesaire idi.
Koyu bir umutsuzluk aurasına bürünmüş bu genç dimağlar severek ve isteyerek girdikleri turizm sektöründen nefret ederek ve haykırarak kaçmak istiyorlardı. Hiç de haksız sayılmayacaklarını ve çoğu konuda yerden göğe onlara katıldığımı söyleyince önce bir afalladılar ardından bu davranışımın nedenini anlamaya çalıştılar.
-Bakın gençler sizin dertleriniz belli, ben de çoğunu biliyorum, söylim miiii ?
-Lütfen söyleyin
-OK o zaman dinleyin bakın, sırasıyla...
*kötünün ötesinde bir staj deneyimi
*berbat lojman koşulları
*hakaret ve aşağılama
*fazla mesai
*tüm amelelik işleri ve dahası
*kölelik düzeni
*hedef koyamama
*önünü görememe
*rol model bulamama
*yöneticilerin yönlendirme yapmaması
*diplomanın pek bir işe yaramadığını görünce yaşanan travma
*1 sezon içinde Genel Müdür olamama vs.
-bu mudur gençler ?
-budur
-OK o zaman Y kuşağı olmanızın getirileri olan ve çoğu yaşıtlarımın asla anlamaya yeltenmeyecekleri konuları bir sonraki sohbetimize kadar bir kenara bırakalım ve geçmişe kısa bir yolculuk yapalım.
Yaş olmuş 45, kadayıfa yüz tutmuş mabadımızda hala bir sızı, hala bir sızı. Bir nedeni var elbette, kamink sun, bekleyin geliyor.
Uçak düşürmece oyunu akabinde toplumsal olarak yaşadığımız depresyonvari durum hiç de azımsanacak gibi değil, millet olarak nerede ise çılgınlık sınırındayız.
Consiparcy Theory filmindeki Mel GIBSON hesabı her bir halttan vazife çıkartmak kitlesel bir ruh haline dönüşmüş durumda.
Bunun en bariz kanıtı ise evinizdeki aptal kutusunun içinde bir yerlerde.
Yereliyle, ulusalıyla irili ufaklı yüzlerce kanalda her MOKOKO hakkında yorum yapan, hatta birkaç şeyi aynı anda yorumlamaya çalışan ucube sürüsü bolca kafa ütüleyip, ahkam kesmekte.
Her günümüz, her dakikamız ayrı bir aksiyon. Senaryolar değişken olmakla birlikte, adrenalin seviyemiz bir yukarı, bir aşağı seyretmekte. Allaha çok şükür hiç de sıkıcı bir yaşamımız yok, nerede hareket, orada bereket bir nevi düsturumuz olmuş.
Vay anasını sayın seyirciler
45 yıllık kısa yaşamım boyunca 103 yaşındaki Kanadalı Justin amcanın gördüğünün 1000 katı ekşın yaşamışımdır güzel ülkemde.
İlk aksiyonum doğmadan birkaç saat önce İstanbul Saraçhane’de polislerin benim de fiili manada içinde bulunduğum taksiyi durdurmaları ile başlamış.
Sancıları başlayan anneciğimi alelacele taksiye atan peder beyin heyecanı fotoğrafmen kursağında kalmış. Zira o gün Deniz GEZMİŞ ve arkadaşları hapishaneden kaçmışlar, yani sizin anlayacağınız ülke dandini durumda ve ben doğmak istiyorum. Sonra bakmış polis amcalar harbiden de takside hamile kadın var, onun yüzü hürmetine salıvermişler bizi.
Otur oturduğun yerde, çıkma dışarı oğlum, bak keyfine şeklinde yönlendiren bir büyüğümüz olmadığından soğuk bir Salı sabahı Süleymaniye Doğumevi'nde teşrif buyurmuşuz mavi gezegene.
Beş, altı yaş civarında kendimi bilmeye başladım. Hala o yıllardan kalma birkaç sabit hatıram var, yıllar geçse de onlar hep taze bende. Ülkede sürekli bir kavga, gürültü olduğuna o yaşlar itibari kanaat getirdim. Çocukluğum, yağ, tüp, ekmek ve kimi zaman kasap kuyruğunda geçti. Benim için gıcık bir iş olsa da yine de görev addederek kusursuzca yerine getirmeye çalışırdım.
İki apartman sonrasında aradaki boş arsada her Allahın günü maçımız olurdu arkadaşlarla. Tabi ki polis amcalar bizi oradan kovmadıkları sürece. Zira istisnasız haftada birkaç gün bir cenaze kaldırırlardı bizim arsadan. Bazen de tesadüfen biz bulur haber verirdik büyüklerimize. Bir gün sağ taraftan, diğer gün sol taraftan gencecik bedenler duvardaki karşıt sloganlar ve Fatiha eşliğinde uğurlanırlardı öteki dünyaya.
Vay anasını sayın seyirciler
Hiçbir şey olmadığı gün öğrenci evine baskın ya da çatışma olurdu İstanbul’un muhtelif mahallelerinde. Nispeten sakin günlerden sayılırlardı. Ya da arada sırada şikayet üzerine, sırası ile karakola sorguya götürürlerdi babalarımızı. Anarşist misin diye sorarlardı o vakit pek terörist demezlerdi. Bir gün nezarette yatırır, sorgusunu alır, çay ısmarlar sonra da eve yollarlardı.
Günlerden bir gün çok erken bir saatte tankları, askeri cipleri, makineli tüfekleri ile askerleri gördük sokaklarda. Darbe oldu dedi büyüklerimiz. Ekşın’ın kralını bu vakit gördük desek yeridir, detaya gerek yok, gerisi en teferruatlısından malumunuz.
Sonraki yıllarda sıklıkla karşılaştığımız darbe, darbecik ve teşebbüslerinin yaşattığı toplumsal travmalar akli denge terazimizin şaşmasına neden oldu. Düşünsenize hep bir çatara patara, hep bir hareketlilik, hep bir diken üstü yaşam modu ‘’çıldırmaya az kaldı doktorum nerede‘’ nakaratı dilimizde pelesenk.
-Hani şimdi siz bana ağlanıp duruyorsunuz ya ne olacak bu memleketin hali diye ?
-Evet
-Hah işte bu memlekette aksiyon hiç bitmeyecek. Arada durağanlaşıp, sakinleşecek, es verecek, nefes almamızı sağlayacak. Ama çok geçmeden tekrarlayacak, canımızı tekrardan acıtacak.
-Ama biz güven istiyoruz, inanmak istiyoruz
-Önce ülkenize, sonra sektöre inanın. Bunca çatara pataranın içinde turizm ve otelcilik nereden nereye geldi araştırın. Sorun google amcaya size tüm detaylarıyla anlatsın. Ayrıca bizim kuşağın da güvendiği bir şey var !
-Nedir ?
-Siz
Bu Makale 08.11.2016 - 09:03:52 tarihinde eklendi.