Erdoğan Gümüş

Likya Yolu’nda kısa bir yolculuk

Kimine göre “ışıklar ülkesi”, kimine göre “efsaneler diyarı”. Her ne olursa olsun bana göre de “Mavi ile yeşilin buluştuğu, zeytin ve çam ağaçlarının yollarının kesiştiği, mitolojinin kaynağı eşsiz güzellikte muhteşem bir coğrafya.”

Düşünebiliyor musunuz? Bu eşsiz güzelliğe “eşlik eden siz!”

Neden mi?

Çünkü siz “doğaseversiniz”.

Hani insanın bazen “Rüya gibiydi” dediği anlar vardır ya; işte Likya Yolu’nu yürümek, muhteşem güzelliğinde yolculuk yapmak, rüya gibi değil rüyanın ta kendisini yaşamaktır adeta.

Yine Ankara’nın gri havasından, kargaşasından kaçışın ardından, bir damla nefes almak içindi bu defaki yolculuğumuzda hedeflediğimiz yürüyüş rotası: Likya Yolu.

Likya, Teke Yarımadası’nın tarihi adı. Nice medeniyetlere ev sahipliği yapan bu coğrafyada kimler yer almadı ki… Perslerin, Roma İmparatorluğu’nun egemenliğini gören, Büyük İskender’i bağrına basan efsane coğrafya…
Yaklaşık 15 yıl önce yine bir Anadolu sevdalısı İngiliz-Türk amatör tarihçi Kate Clow’un Anadolu yollarına düşmesiyle başlar Likya Yolu’nun hikayesi. Kate Clow,  birkaç gönüllünün de yardımıyla yolun ilk işaretlerini koymuş, bazen bir kaya üzerinde, bazen yere gömülü bir taş, bazen bir ağaç kütüğü, bazen bir elektrik direğinde yürüyüşçüler için bir imza gibi atılan kırmızı-beyaz işaretler, bu yolun seyyahlarının kılavuzları olmuştu. Böylece Kate Clow, Fethiye’den Antalya’ya kadar 509 km, çoğunlukla da patikalardan oluşan bir yolun kurucusu olmuştu artık.  Kim bilebilirdi, binlerce yıl köylülerin yaya patikalarının, katır kervanları ve keçi yollarının,  tüccarların ve  sefere çıkan askerlerin geçtikleri yolların; bugün doğaseverlerin, maceraperestlerin, trekkingcilerin vazgeçilmez mekânlarına dönüşeceğini... Türkiye’nin en uzak mesafeli yürüme yolu olma özelliğini taşıyacağını ve dünyanın en uzun 10 yürüyüş parkurundan biri olacağını. 


Artık ünü dünyaya yayılmaya başlayan bu yolu keşfetmek ve yürümek için 600 km uzaktan, Ankara’dan buralara kadar gelmek değerdi elbette. 509 kilometrelik yolu bir seferde yürümeği elbette isterdik ama bu defa Likya Yolu’nun başlangıç noktasından hareketle küçük bir bölümünü yürümeye karar vermiştik. Yılın her döneminde yürünebilir özelliğe sahip olsa da, bölgenin, yaz aylarında çok sıcak olması ve su kaynaklarının kuruması nedeniyle en uygun sezonların bahar ayları olduğunu bildiğimizdendi bu sonbahar günlerini özellikle tercih edişimiz. 

Bu yolculukta ilk gün, başlangıç noktasından itibaren yaklaşık 14 kilometrelik Ovacık-Kirme-Faralya parkurunu hedeflemiştik. Düşünün gece boyu Ankara’dan otobüsle yolculuk yapmış olmamıza rağmen dinlenmeksizin yürüyüşümüze başlayacaktık. Bir mola yerinde sabah kahvaltımızı yaptıktan sonra saat 10.00 gibi başlangıç noktasına vardık. Bütün ekip büyük bir heyecan içindeydik. Bu anı ölümsüzleştirmek üzere kısa bir fotoğraf çekiminin ardından, grup liderimizin; “Haydi arkadaşlar yürüyüşümüz başlıyor!” startıyla hep birlikte yukarıya meyilli  toprak bir yoldan hızlı bir tempoda yürüyüşümüz başladı. 


Yaklaşık iki kilometrelik bir yürüyüşün akabinde Ölüdeniz’i gören tepeye varmıştık bile. Yükselen beyaz bulutlar ve altında masmavi bir deniz...  Kartpostalların vazgeçilmez manzarası Ölüdeniz!.. Üzerinde beyaz gelinlikler misali bulutların arasından muhteşem görünüyordu! Rengârenk görünümleriyle bir o yana bir bu yana süzülen yamaç paraşütleri gelinliklerin süsleri gibiydi. Büyülenmiştik adeta!

Kısa bir molanın ve fotoğraf kareleriyle bu mükemmel görseli ölümsüzleştirmemizin ardından yola devam dedik. 

Sağ tarafımıza masmavi denizi aldık, sol tarafımıza bütün haşmetiyle Baba Dağı’nı.

Arşınladık taşlı sert patika yollarını, yokuşlarını.

Makilerin arasından, keçilerin yollarından geçtik.

Ada çayı,  kekik kokularına karışan çam ağaçları kokusunu ciğerlerimize çektik. 

Çam ağaçları, kestane ağaçları gölgesinde eğlendik, mola verdik.


Kırmızı beyaz çizgiler yolumuzu tarif ederken bazen yol ayrımlarındaki çarpı işareti, trafikte yanan kırmızı ışık gibi bizleri durdurduğu için yanlış patikalara yönelmeden doğru yönde yürümemizi sağlıyordu.

14 kilometrelik yürüyüşün ardından ilk konaklayacağımız yere ulaşmıştık: Faralya.

Faralya, Babadağ’ın denize bakan eteğinde, Kelebekler Vadisi’nin hemen üzerinde yer alan şirin bir köy. Köye ulaşır ulaşmaz bungalov evlerden oluşan konaklama yerimize eşyalarımızı bırakarak 150 metre ötede bulunan Kelebekler Vadisi’ni gören tepeye iniyoruz. Kelebekler vadisi eşsiz güzelliği ile karşımızda... Mitlere mekan olmuş, iki yüksek dağ arasındaki eşsiz manzarasıyla, büyüleyici atmosferiyle... Hazan mevsimini sevmeyen kelebekler olmasa da vadide sanki bir ses, efsane bir aşkın hikayesini fısıldıyordu kulaklarımıza. 

Derler ki, sular altında kalan vadideki köyün efsanevi kızı kendisini terk eden İngiliz şövalyeyi  hâlâ beklemektedir ve ruhu asla vadiyi terk etmemiştir. Kelebekler vadisinde güneşin batışını seyrederken şövalyesini bekleyen köylü kızının ölümsüz aşkını hissediyoruz yüreklerimizde. Güneş, turuncu, kızıl ve sarının hakim olduğu rengarenk görünümüyle, İngiliz şövalyenin köylü kızını terk edişi gibi veda ediyordu Kelebekler Vadisi’ne. Ama bir farkla; köylü kızını terk eden şövalyeye kızgınlığımızı artırırken, bütün kızıllığı ile batışına hayran bırakıyordu bizleri…


Faralya’da geçirdiğimiz harika bir gecenin sabahında, günün ilk ışıklarıyla birlikte tekrar yola  koyuluyoruz. Bu defaki hedefimiz Kabak Koyu. Bir gün öncekine göre yokuşu daha az olan patika yollardan ilerliyoruz. Bizim için daha kolay bir parkur artık. Çoğunlukla ağaçların arasında ve gölge bir ortamda yürüyoruz. Ara sıra, tek başına ya da bir arkadaşıyla yürüyen turistlere rastlıyoruz. Son derece sıcak selamlaşmalarla ilerliyoruz. Onları gördükçe korkmadan, ürkmeden ülkemizin dağında - ovasında gezmelerinden, kendilerini güvende hissetmelerinden dolayı ülkem adına çok seviniyorum.   

Ve sonunda Kabak Koyu’nu tepeden gören noktadayız. Yine enfes bir görüntü. Çam ağaçları, makiler arasında dik bir yokuştan aşağı inilen, bakir bir koy... Aşağı indiğimizde bizi ilk karşılayan kesif  keçi boynuzu ağaçlarının yaydığı koku… Sonbahar olmasına rağmen nefis bir havada beyaz-gri çakıl ve kum karışımı plajı ve deniziyle bir cennet bahçesi. Tüm yorgunluğunuzu atacağınız Likya Yolu’nun enfes bir konaklama durağı. Kıyıdaki kafede sırt çantalarımızı bırakıp çarşaf gibi sularına bırakıyoruz kendimizi. Biraz önce “ayaklarımıza inen kara sular”, Kabak Koyu’nun serin sularında yer değiştiriyor adeta. Artık yorgunluğumuzdan eser bile kalmıyor. Hele bu anınız, güneşin batışını seyredeceğiniz zamana yaklaşmışsa eğer, değmeyin keyfinize...Güneşin nazlı ışıklarının denize döküldüğü eşsiz manzarayı anlatmada kelimeler bile yetersiz kalıyor. Hani derler ya: “Anlatılmaz, yaşanır”; işte, Kabak Koyu’nda günbatımı tam da bu! 

 
Ve sonrasında, konaklama yapacağımız doğayla bütünleşmiş bungalov tipi bir mekânda akşam sefası… Dolunayın aydınlattığı geceye damgasını vuran yıldızlar… Çıt yok etrafta. Sadece uzaktan kulağınızı okşayan dalga seslerinden başka. Konakladığımız mekânın terasında dalga seslerine eşlik eden Diana Krall, Carmen Cuesta ve Ayten Alpman’ın birbirinden güzel şarkıları…

Alıp götürüyor bizleri ta uzaklara... Ya bir özleme ya bir sevdaya!

Nefis bir gecenin ardından ertesi gün yola koyuluyoruz tekrar, son durağımız Kaş’a gitmek üzere. Ancak Kabak Koyu’na aracımız inmediğinden yaklaşık 2 kilometrelik koydan tepedeki  Kabak Köyü’ne dik bir yokuş ve sert taşlı patika yolunu çıkmak zorundayız. Bu iki kilometrelik çıkış neredeyse 5-6 kilometrelik düz toprak yollara bedel. Yaklaşık bir saat süren çıkışımızda adeta kan ter içinde kalıyoruz. Hemen çıkışta, tepede bulunan Kabak Köyü’nde bir kafenin bahçesine zor atıyoruz kendimizi. Çay, kahve ve ayran molası iyi geliyor hepimize. Bir saatlik bir dinlenmenin ardından aracımıza binerek yaklaşık iki gün içinde yapmış olduğumuz 30 kilometrelik yürüyüş faslımıza son veriyoruz, Kekova tekne turuyla Likya Yolu yürüyüşümüzü taçlandırmak üzere! 


Bu kısa seyahatimizin son durağı; Kekova (Üçağız).

Önce konaklama yerimiz Kaş’a ulaşıyoruz. Turkuaz rengi denizin hakim olduğu, birbirinden güzel koylarıyla ünlü Kaş. Son yıllarda en çok tercih edilen tatil beldelerinden biri olduğu için tatil sezonunda kalabalık bir yer olma özelliğine sahip olmuş. Her türlü konaklamaya uygun alternatifleri barındırıyor. Sezon bittiği için sakin görünse de akşam olunca sokakların hiç de küçümsenmeyecek oranda kalabalık olduğuna şahit oluyoruz. Kafeler ve lokantalarda yerli yabancı turistleri hâlâ görebildiğimize göre burada sezon tam olarak kapanmamış demek ki. Eğlenmek mi istiyorsunuz? Bu konuda da size hitap edecek mekânlar var. Biz de iki günlük yorgunluğumuzu bir eğlence mekânında atmaya çalışıyoruz. 

Ertesi gün otobüsümüzle yarım saatlik bir yolculuktan sonra tekne turumuzun başlangıç noktası Üçağız köyüne yani Kekova’ya varıyoruz. Saklı bir cennet adeta. Kekova, aslında adanın adı. Batıkşehir, Simena, Kaleköy ve Üçağız köyünü içine alan bölge olarak bilinmekte. Her tarafı tarihî kalıntılarla dolu Kekova, 1990 yılında sit alanı olarak ilan edilmiş. İlk önceleri bölgede yüzüş ve dalışa konan  yasak,  sonraki yıllarda kaldırılmışsa da  en azından tarihî batık alanlardaki yasak devam ettirilmiş. 

Sabah saat 10.00’da bizleri birbirinden güzel deniz, doğa, tarih ve kültürün bir arada olduğu koyları gezdirecek olan teknedeyiz. Bu defa Likya’nın kıyı kentlerini karadan değil, denizden görecek ve keşfedeceğiz. 

Limandan ayrılmamızdan çok kısa bir süre sonra Akvaryum Koyu’ndayız. Yarımadanın denize açılan noktasındayız. İnanılır gibi değil, “Bu mavi, başka bir mavi” dercesine farklı bir maviyle karşı karşıyayız. Derinliği 10 metreleri bulan ve dibi neredeyse tüm ayrıntılarıyla görülebilen bir koy.


Bir sonraki durağımız diyemiyorum, geçtiğimiz alan Batık Kent. Zira bir zamanlar kaçırılmış tarihî eserlerin de bulunduğu bu alanda, tarihî eserlerin korunması amacıyla teknelerin durması, yüzmek ve dalmak yasaklanmış. Doğrusu bu tabii ki. Hâlen ülkemizde tarihî eser kaçakçılığının sıkça haberlerini duyar olduğumuzdan, şahsen seviniyorum bu yasağa.  Teknemiz, bir kısmı suyun üstünde bir kısmı suyun altında kalan Batık Kent’in yakınından geçerek ağır ağır ilerliyor. Bir taraftan denizin dibinde olası bir eseri görebilme umuduyla, bir taraftan da kıyıda, yamaçta yer alan harabeleri, merak içinde ve hayran bakışlarla seyrediyoruz.

Gökkaya Koyu yakınında teknemiz Korsan Mağara’sına yöneliyor. Tekne kaptanımızın usta manevrasıyla birkaç kez mağaranın içine birkaç metre girip çıkıyoruz. Bu manevra kabiliyeti aklıma Karayip Korsanları filmindeki ilginç saç modeli, abartılı jest ve mimikleri ile başarılı akrobasi hareketleri yapan Kaptan Jack Sparrow’u getiriyor. Sanırım bizim kaptan da Sparrow’dan etkilenmiş olacak ki usta manevralarla bize keyifli ve heyecanlı anlar yaşatıyor. 

Deniz sefamıza ev sahipliği yapan Tersane Koyu ve Esmeralda Koyu, Likya Yolu’nda yürüyüş yorgunluğumuza adeta ilaç gibi geliyor. Arkasından Esmeralda Koyu’nda teknede balık keyfi… 

Tekne turumuzun en güzel duraklarından biri Likya kıyı kenti Simena. M.Ö.4. yüzyıldan günümüze kadar yerleşim alanı olmuş stratejik bir nokta. Antik kent günümüzde, adanın  hakim tepesinde inşa edilen kalesinden dolayı  Kaleköy olarak anılıyor. Türkiye’nin sadece denizden ulaşımı sağlanan ender yerleşim alanlarından bir tanesi. Ada Perslerin, Romalıların hakimiyetinin ardından Osmanlı hakimiyetine geçmiş. 


Merdivenlerden yaklaşık 300 metre yukarıda yer alan kaleye doğru çıkarken, yaşlı, genç kadınlar, el işi hediyelik eşyalardan almamızı istiyorlar. Bir yaşlı kadına, “Fotoğraf çekebilir miyim?” diye sorduğumda, “Hep çekiyorsunuz, çekiyorsunuz ama bir şey almıyorsunuz.” diye sitemde bulunuyor. Neyse ki küçük bir eşya alarak gönlünü almaya çalışıyorum. Kaleye çıkıyoruz. Kaleden Kekova bölgesi adeta ayaklarımızın altındaymışçasına muhteşem görünüyor. Akşam vaktine yaklaşıyor olmamız, güneş ışıklarının  denizin  üzerinde yansıması bir başka güzellik katıyor bu manzaraya. 

Kalenin içinde dünyanın en küçük amfi tiyatrosu bulunmakta. Kalenin hemen dışında geniş bir alana yayılmış kaya mezarları ve onlarca Likya tipi lahitler ilk gözümüze çarpan tarihî kalıntılar… Bu kalıntılar arasında kendinizi, uygarlıklar arası gezintiye çıkmış gibi hissedebilirsiniz.


Ve nihayet şahane Likya Yolu seyahatimizi damak tadıyla da taçlandırma zamanı geldi diye düşünüyoruz Simena’da. Üç günlük yürüyüş, deniz keyfi, tekne turu derken hararetimiz tavana vurmuşken, Kaleköylülerin evlerde yaptıkları keçi sütünden şeftalili, muzlu, böğürtlen soslu dondurmasından yemeden gitmek olmazdı tabii ki. 

Ev yapımı dondurmanın hararetimizi söndürmekte ve yorgunluğumuzu almakta olduğu bu anı yaşarken;

Ankara’ya yaklaşık 700 km mesafede evde yapılmış, keçi sütü dondurmanın keyfini yaşamak,

Efsanevi Likya Yolu’nda defalarca yürümek,

Beyaz bulutlar altında Ölüdeniz’i seyretmek,

Kelebekler Vadisi’nde güneş batımına, kim bilir belki bir gün, köylü kızının şövalyesiyle vuslatına şahitlik etmek,

Kabak Koyu’nun beyaz-gri çakıllarında yalın ayak dolaşıp yorgunluğumu denize atmak,

Likya Yolu’nun devamında kim bilir daha nice böylesi güzellikleri yaşamak ve keşfetmek için, defalarca defalarca buralara gelinebilir diye düşünmeden edemiyorum işte...

Ne dersiniz?

Kalın sağlıcakla...
 
 
    
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 


Bu Makale 12.12.2016 - 11:00:24 tarihinde eklendi.


Kullanıcı Yorumları
  • Fikret Hasıripi 23.10.2016 - 11:22

    Erdoğan bey bu harika anlatım tarzınızla birlikte bizde klavye başında sizinle birlikte yürümüş gibi olsakta inşallah başka bir likya yürüyüşüne davet edersiniz de birlikte yürürüz kalemine emeğine sağlık

  • Tuncer Cücenoğlu 23.10.2016 - 08:48

    Yazın kesinlikle görmek istediğim yerlerden biridir... Merak duygumuzu tetikliyorsun arkadaşım...

  • Turgut İleri 22.10.2016 - 03:07

    Likya yolu yürüyüşünü çok güzel anlatan bir yazı olmuş, yazarın eline ve yüreğine sağlık. Yeni yürüyüş maceralarını sabırsızlıkla bekleyerek teşekkürler diliyorum. Okumak keyifli idi.

En Çok Okunanlar
Bunları Okudunuz Mu?
Yazarlar
Tüm Yazarlar
GÜNCEL HABERLER
SEKTÖREL HABERLER

Turizm gündemine ilişkin haberlerin her gün mail adresinize gelmesi için abone olun.