İstanbul İstanbul olalı...
İstanbul’da doğmuş büyümüş, ilk otelcilik deneyimlerini bu nadide şehirde yaşamış, sonrasında Akdeniz sahillerinin cazibesine dayanamayıp tası tarağı toplayarak Bulutsuzluk Özlemi, Nejat abi ve “güneye giderken” eşliğinde ülkenin aşağılarına doğru kaçan, ancak Bizans ve ahalisi ile hiç bağlarını koparmayan, her fırsatta turist edasıyla ara sokaklarını, müzelerini, barlarını dolaştığım İslambol’da sırt çantam, şişe suyum, lastik pabuçlarım, Ray Ban Meta gözlüğüm ve full şarjlı telefonum eşliğinde yine yollara düştüm. Turist Ömer misali kendimi gezdirir iken notlar aldım, sizle paylaştım.
Bakın bakalım doğru gözlemlemiş miyim?
Oteller dolu, keyifler yerinde, çaktırmadan fiyatlar da artırılmış; ince işçilik var çok belli. Taksim, Sultanahmet arasında en revaçta olan dil Arapça iken, şimdilerde İspanyolca, İtalyanca ve İngilizce de duyulmakta. Eski güzel günler geri mi geliyor ne?
Önü köklü bir Fransız Lisesi, arkası tarihi ve genel bir mekân, karşısı yetişkinler için bale okulu, az ilerisi yeni yerine taşınan ve başka şubesi olmayan ünlü baklavacı, hemen dibi kilise, yan duvarı yer altı camii, işte size güzel İstanbul.
Ezan bu şehirde okunduğu gibi başka yerde okunamaz. Çok etkileyici, çok kapsayıcı, Böylesi Arap ellerinde yok yeminle. Sultanahmet ve Ayasofya müezzinleri karşılıklı düet yapmakta, meydan inliyor. Ateistin inanası, gavur dediğinin secde edesi geliyor, bizzat şahidim.
Karaköy, Perşembe Pazar’ı, Galata civarı kahveci, restoran ve entel mekân cenneti. Favorim Serdar-ı Ekrem Sokak. Perşembe Pazarı açık hava sergisi gibi, tüm kepenklerde rengarenk grafitiler. Arap caminin karşı sokağında bir grup esnaf akşam yemeği için sofra hazırlığında. Burada esnaf arasında âdettendir, arada sırada akşamları sokakta hep birlikte yemek yenir. Aralarından biri gazete kağıdına sarılı şişeden kadehlere rakı dolduruyor. Eskiden buralar narin hanımlar için pek cazip ortamlar değildi. Şimdi her yer lüks mekân ve meyhane olmuş. Masaların işgalcileri nerede ise sadece hanımlar.
Cihangir ayrı bir dünya. Yeni proje arayan figüran ve yardımcı oyuncu kadrosu çay bahçesinde erkete de. Antik Yunan’dan bugüne tiyatro yapan bir kısım dinozor tanıdık sima, süzgün gözlerle ve bilirkişi edasında ortalığı kesiyor.
Nişantaşı’nda herkes New Yorker kafasında. Havalar 1500, hepsi dünya insanı, hiçbiri buralardan değil. Malum brasserie high society kaynıyor, bir küçük modelleri diğer mekanlara serpiştirilmiş. 90’lar fazlasıyla geri dönmüş, vitrinler de ne görüyorsan milletin üstünde.
Kafede Michael Bolton çalıyor, mantıcı da ise merhume Müzeyyen Senar hanımefendi. Asansör yolculuklarının vazgeçilmezi Kenny G ise bizim otelde fonda üflemekte saksafonuna.
Rahmetli Anthony Bourdain’in listesinde yer alan Dürümzade’de sipariş bekleyenler küçük bir Fikret Mualla tablosu misali, ancak 2020’li yılların versiyonu. İki rocker, dört kişilik bir fasıl ekibi, üç güzel ve aç hanım, romantik bir çift ve ben. Tezgâhın arkasından kebap ustası sesleniyor -A be şugar kemancı dürümler çıkana kadar azcık tıngırdatsanıza yahu. Fasıl tayfası hiç konuşmadan bakışlarla anlaşıyor ve hem çalıp hem de söylemeye başlıyorlar -Çok aşığın var diyorlar, yalan de yeter bana. İşte bu noktada Fikret Mualla bile görse oturup mutluluktan ağlayacağı bir tablo ortaya çıkıyor ve ortamdaki herkes bir ağızdan bu nadide esere bir katkıda bulunuyor -Geceler uzun ve yalnız, yoksun sabaha kadar, düşümde bile günahkarsın bunu kim hayra yorar?
1920’li yılların İstanbul’unda Eminönü’nde siyah beyaz bir simitçi fotoğrafı var bir mekânın duvarında, körüklü fotoğraf makinesi ile ilk kez fotosu çekiliyor herhalde garibimin. Aynı boş ve tedirgin bakış şimdi onun yerinde duran genç simitçide. Torunu filan olabilir mi acaba? Taksi şoförü çok keyifli biri, radyoda İncesaz çalıyor. Benim de sevdiğimi anladı, açtı sesini birlikte ‘’Mazi Kalbimde Yaradır’’ söylüyoruz.
Mart’ı Jonathan ve arkadaşları tam kadro çöp, balık ve simit peşinde. Kargalar ve Yelkovan kuşları ise her daim it dalaşında. Kumru ve güvercinler uçmaktan vazgeçmiş gibiler, alttan ve kenardan ilerliyorlar, anladığım kadarıyla sokaklar daha bereketli. Sultanahmet camiinde ibadet vakti ziyaretçi alınmıyor, bunu anlamayan İspanyol turiste kapıdaki polis derdini anlatmaya çalışıyor “Prey Taym Madam Preeeeyyyy”
Şerefiye sarnıcı müthiş, Yerebatan muhteşem, Ayasofya İçin savaşmak gayet normal, Topkapı mağrur ve benzersiz. Çamaşırı gözüken turist hatuna trene bakar gibi bakmak hala trend. Galata köprüsünün Eminönü ayağında kesif lağım kokusu her daim baki. Balık ekmek yerken enteresan duygular yaşatan farklı bir kombinasyonu var, denemek lazım.
Aret İnstagram DM’den bana yazıyor, otel lazım Antalya’da kardeşim yardımcı ol diye. İstanbul’da olduğumu bilmiyor elbet. Teşvikiye Saray’da karşı masama oturuyor, henüz beni görmedi, yakalayıp ceee yapıyorum, hocam senden korkulur vallahi deyip kahkahasıyla birlikte şaşkınlığını belirtiyor. Öğlen tarihi Sultanahmet Köftecisi’ne doğru seyrederken eskinin turizm profesyoneli, şimdilerin önemli seyahat yazarlarından Erkut’u görüyorum “Abi bi on lira verir misin açım” deyince aşağı eğilip beni görüyor (Zira adam çok uzun) İstanbul işte her şey olası, onca kalabalığın arasında can arkadaşına denk gelmek mümkün olabiliyor.
Kedi ve köpek cemiyetinin bu kadar baş tacı edildiği ve aynı zamanda bu kadar fazla katledildiği başka bir şehir olmasa gerek. Bir yanda en cinsinden, en pahalısından sosyetik kuçular Rumeli Caddesinde profesyonel gezdirici tayfa ile arz-ı endam eylerken, diğer taraftan Tarlabaşı’ndaki meşhur dürümcünün çırağı oto fırçasıyla kedileri kovalıyor. Cihangir’in asıl sahipleri kediler. Yolda yatan pisiciğe Hintli öküz muamelesi çekiliyor, kutsal kedi misali.
Zuhal Olcay’ın hemen ardından en büyük hayranlığım sevgili Serenad Bağcan’a. Sıraselviler civarından bana doğru geliyor. Atlayıp boynuna sarılsam mı, yoksa bir selfie yapabilir miyiz desem, bilemiyorum, yanaklarından öpmek en iyi fikir gibi geliyor ama her ne hikmetse ona bile cesaret edemiyorum, sonra zaten gözden kaybolup gidiyor. Kuvvetle muhtemel prova filan var.
Kızıl sakal Tanju Babacan, Rumeli’de sosyetik mekânda arkadaşları ile muhabbetin dibine vurmakta. Kırmızı ve sakal olayı bir miktar çağrışım yapıyor ancak isim bir türlü gelmiyor aklıma. Ben bunları düşünürken hasbelkader göz göze geliyoruz. Mr. Brooks görünümündeyim, bebek yüzlü katil hesabı. Anlamış olacak ki tedirgin bir şekilde irkiliyor. Bakıyorum adam rahatsız oldu, amacımız insanları rahatsız etmek olmamalı mantığı çerçevesinde ikiye takıp uzuyorum.
Eskiden de İstanbul kalabalık, büyük ve kirliydi, şimdi bakıyorum da daha kalabalık, daha büyük ve daha da kirli olmuş, çok yazık. Öte yandan hala çok güzel ve hala eşsiz. Tarih ve kültür fışkırıyor her yerden. Canımın içi Scarlett Johansson’un oynadığı 2014 yapımı LUCY adlı bir film vardı. Oradaki Lucy karakteri aşırı dozda aldığı kimyasalın etkisiyle şehirdeki enerji akışlarını filan görür hale gelmişti. Farklı bir açıdan, mesela amuda kalkarak İstanbul’a bakarsanız bunu görmek belki de mümkün olabilir. Büyük bir enerji akışı ve daimî bir devinim içerisinde.
İstanbul ise kendisine yapılan her türlü saygısızlığa rağmen mağrur ve kendinden emin bir şekilde ‘Hiç değilse dost kalalım’ diyor bana, yeniden karşılaşmamızın bir anlamı olmalı zira.
Bu Makale 02.02.2024 - 08:49:24 tarihinde eklendi.