13 Mayıs 1957'de İstanbul'da olağanüstü bir manzara ortaya çıktı; Kalküta'ya giden devasa bir otobüs, arka planda görkemli Dolmabahçe Sarayı ve Camiisi onurla dururken bir feribota yüklendi. Bu an, kıtalar ve kültürler arasında köprü kuran iddialı bir girişimin ruhunu yansıtıyordu; daha sonra “Hippi Yolu” olarak romantize edilen rotanın öncüsü olarak efsaneleşen bir otobüs hizmeti.
Bu eşsiz kara yolu 1957'den 1976'ya kadar maceraperest ruhları Londra'dan Hindistan'ın Kalküta şehrine kadar 16 bin kilometrelik (normalde bu güzergah en kısa yoldan 10 bin 275 kilometre civarında) destansı bir yolculuğa taşıdı. Bu rota sadece bir lojistik başarı değil, aynı zamanda savaş sonrası Avrupa ve Asya'nın çeşitli ve hızla değişen manzaraları boyunca ilerleyen kültürel bir maceraydı. Ama daha önemlisi ilk çok kültürel geçişli organize edilmiş bir otobüs seyahatinden bahsediyoruz.
Gezginler diyelim aslında hippiler, yolculuklarına Londra'da başladılar. Manş Denizi'ni geçerek feribotla Belçika'ya ulaşmak üzere bu efsanevi maceranın ilk parkurunu gerçekleştirdiler. Otobüs daha sonra Batı Almanya'nın Rhineland bölgesinden, Avusturya'nın doğal dağlarından ve o zaman Yugoslavya ve Bulgaristan'ın Balkan topraklarından geçerek Türkiye'ye ulaşmadan önce inanılmaz bir manzara cümbüşü sunan doğanın eklektik bir bölge karışımından geçtiler.
Söz konusu otobüs, Avrupa ile Asya arasındaki bir geçit olan İstanbul'dan macerasının aslında Asya ayağına başladı. İran'ın çöllerinden ve antik kentlerinden, Afganistan'ın engebeli arazisine ve Pakistan'ın kaotik sokaklarından geçerek nihayetinde hareketli, Hindistan’ın hala en entellektüel metropolü Kalküta'ya ulaştı. Dönüş yolculuğu ile bu seyahate bakarsak aslında 50 günden fazla süren bir otobüs yolculuğundan bahsediyoruz.
Önemli olan şunun farkında olmak, bu sıradan bir otobüs yolculuğu değildi. Özel yapım olarak tasarlanan otobüs konfor ve uzun mesafeli yolculuklar için yeniden tasarlanmıştı ve günümüzün bazı karavanlarına rakip olabilecek olanaklar seyahatte sunuyordu. Ranzalar, mutfak, tuvaletler, gözlem güvertesi ve hatta bir müzik sistemi ile donatılmış olan otobüs, kendi kendine yeten bir mobil topluluk olarak ifade edilebilir. Miyazaki’Nin “howl's moving castle” çizgi romanında yer alan uçan şato gibi, her şeyin var olduğu bir düzen.
Yemekler otobüste servis ediliyordu. Söz konusu gezi, alışveriş ve dinlenme için duraklar sunarken, yolculara bir “kara macerası” hissi veriliyordu. Kendinizi bu özel yapım otobüste, dünyanın kalbine doğru ilerleyen bir 'kara yolculuğu' yaparken hayal edin. Ben inanılmaz heyecan duyuyorum bunu kaleme alırken. O tarihlerde kendinizi İstanbul Kapalıçarşı'nın labirent gibi sokaklarında gezinirken, havaya kızarmış kuzu eti ve baharat kokusu sinmiş bir ortamda olduğunuzu hayal edin. Daha sonra eviniz olan otobüs Hindukuş Dağlarına (Asya'da Afganistan'ın merkezi ile Pakistan'ın kuzeyi boyunca uzanan 800 km'lik dağ sırası) tırmanırken pencereler Afgan yaylalarının keskin havasına açıldığını düşünün. Geceleri, bir yıldız gölgesinin altında, Ravi Shankar'ın sitarının tınıları otobüsün müzik sisteminden süzülerek Tac Mahal rüyalarınızı taçlandırabilir.
Aslına bakarsanız bu sadece bir ulaşım aracı değil, gezici bir deneysel kültürel heyecan. Bu seyahatte yolcular yemeklerini, hikayelerini ve deneyimlerini paylaşır, milliyet ve geçmişi aşan bağlar kurarlardı. Din, ırk, renk, kültür bir tarafa bırakılıp insanlık üzerine yoğunluk verilirdi. Belki de kendinizi macera arayan genç bir sırt çantalı gezginle ya da eski İpek Yolu tüccarlarının adımlarını takip eden deneyimli bir kaşifle sohbet ederken bulabilirdiniz. Bunun manevi tatmini pahabiçilmez olsa gerek.
Eminin fiyatı merak edenler vardır. Yaptığım araştırmalara göre 1957'deki başlangıcında, bu olağanüstü maceranın bedeli o zamanlar 3,269 Amerikan dolardı (enflasyona göre ayarlanmış). Yaklaşık iki ay boyunca ulaşım, tam pansiyon yemek ve konaklamanın da dahil olduğu düşünüldüğünde bence hiç fena bir tutar değil. Bu bedel daha sonra 1971'de 2,796 dolara düşürülmüş.
Öte yandan bu maceracıları taşıyan araç başlı başına bir mucizeydi. Devasa bir makine, muhtemelen bir Bedford SB, özel olarak ranzalar, kompakt bir mutfak ve hatta panoramik manzaralar için bir izleme güvertesi ile donatılmıştı. Bedford SB, Bedford Vehicles tarafından üretilen ve 1950'de tanıtılan ön motorlu bir otobüs şasesiydi. İngiltere'de Birleşik Krallık Ordusu, Hava Kuvvetleri ve Kraliyet Donanması tarafından sıklıkla kullanıldı ve 36 yıl boyunca üretilerek dayanıklılığını kanıtladı. Yeni Zelanda Demiryolları Yol Hizmetleri, bu modeli en büyük operatörü olarak benimseyerek yaygın kullanım sağladı. SB modeli, sürücü koltuğunun motorun yanında ve ön aksın altında yer aldığı ilk "forward control" (ön kontrol) tasarıma sahipti.
Açıkçası tekerlekler üzerinde kendi kendine yeten bir dünyaydı, insan yaratıcılığının bir gururu. Ancak bu iddialı rotanın zorlukları da yok değildi. Balkanların dar dağ geçitlerinde gezindiğinizi ya da İran çölünün ortasında patlak bir lastikle uğraştığınızı düşünün. Oldukça zorlayıcı olabileceği aşikar.
Daha da önemlisi her ne kadar o zaman vize kavramı olmasa bile sınır geçişleri tamamıyla bir muammaydı. Her birinin kendine özgü bürokratik engelleri ve kültürel tuhaflıkları vardı. Yine de bu beklenmedik aksaklıkların hepsi maceranın bir parçasıydı ve yol boyunca örülen anıların nakışına katkıda bulunuyordu. Yol boyunca uğranılan duraklar bir gezginin hayalindeki güzergahı andırıyordu: Salzburg ve Viyana'da alışveriş yapmak, İstanbul'un tarihine dalmak, Tahran'daki Gülistan Sarayı'nın ihtişamına hayran kalmak ve Kabil'in antik çarşılarında dolaşmak. Hindistan'a varıldığında yolcular Agra'daki Tac Mahal gibi ikonik simge yapılarla karşılaşırken; kutsal Varanasi şehri gibi dünyada bir başke benzeri olmayan ortamlara şahit oldular.
Yolculuk, bireysel seyahat tutkusuna hitap etmesinin ötesinde, daha geniş tarihsel akımları da yansıtıyordu. 1960'lar ve 1970'ler boyunca bu rota, macera ve ruhani aydınlanma arayan karşı kültür gezginlerini cezbetti ve gelişmekte olan hippi hareketinin habercisi oldu. Bu, Batı toplumunun yapılandırılmış sınırlarından Doğu'nun algılanan özgürlüğüne ve gizemine doğru karadan bir kaçıştı. Modern jet seyahati ve anlık iletişim çağımızda, daha yavaş, daha bilinçli yolculukların cazibesini unutmak kolaydır. Londra-Kalküta-Londra otobüs seferi sadece bir varış noktasına ulaşmakla ilgili değildi; zamanın ve mesafenin akışına kendini kaptırmakla ilgiliydi. Manzaraların, kültürlerin ve karşılaşmaların bir senfonisiydi; insanın keşfetme, bağlantı kurma ve öğrenme arzusunun bir kanıtıydı.
Artık tarih sayfalarında olan bu kara macerası, seyahatin gerçek özünün sadece ziyaret ettiğimiz yerlerde değil, kalkış ve varış arasında ortaya çıkan dönüştürücü deneyimlerde yattığını anımsatıyor hepimize.
1970'lerin ortalarına gelindiğinde, değişen jeopolitik koşullar ve hizmetin sürdürülmesinin artan maliyeti bu kara macerasının uygulanabilirliğini aşındırmaya başladı. Ve maalesef Hindistan'da meydana gelen yıkıcı bir kaza özel yapım otobüse onarılamaz bir hasar vererek operasyona son darbeyi vurdu. Bir zamanlar her gezginin hayalı olan bu kara macerası Afganistan ve İran gibi bölgelerde artan istikrarsızlığın yanı sıra hava yolculuğunun artan hakimiyetinin kurbanı oldu.
Daha sonra Hippi yolu (namıdiğer ot yolu) 1978'de Sovyetler Birliği'nin Afganistan'ı işgal etmesiyle aniden sona erdi. Zaten daha sonra 1979'da İran'da Ayetullah Humeyni İslam devrimi oldu ve he rşey ansızın durdu. Her ne kadar Hindistan'daki Goa gibi yerler popüler güzergahlar olmaya devam ettiyse de, oraya karayoluyla ulaşmak artık imkansızdı.
Bugün, Londra-Kalküta-Londra otobüs yolculuğu, bunu deneyimleyecek kadar şanslı olanların anılarında yaşamaya devam ediyor. İnsanoğlunun keşif ve bağlantı kurma ruhunun bir kanıtı olarak tarihe çeltik atmış durumda. Farklı toprakları ve kültürleri çok az modern yolculuğun taklit edebileceği bir şekilde birleştiren küresel seyahat tarihinde eşsiz bir bölüm olmaya devam ediyor. Bu otobüs yolculuğu karadan keşfin altın çağının nostaljik bir hatırlatıcısı olarak mazide duruyor. Modern seyahat daha hızlı ve daha rahat hale doğru evrilirken, bu destansı kara yolculuklarını karakterize eden romantizm ve tesadüflerin bir kısmını kaybetti.
Londra-Kalküta-Londra otobüs seferleri ulaşımdan çok daha fazlasını temsil ediyordu; kültürler arasında bir köprü, kişisel dönüşüm için bir katalizör ve bazen yolculuğun kendisinin varış noktası olduğunu hatırlatıyordu. Anlık memnuniyet ve hızlı uçuşlar çağında, belki de dünyayı deneyimlemenin bu daha yavaş, daha bilinçli yollarını hatırlamakta yarar var. Bu olağanüstü otobüs hizmetinin mirası, sadece ziyaret ettikleri yerleri değil, aynı zamanda bu yerler arasındaki mekanları ve kültürleri de anlamaya çalışan gezginlere ilham vermeye devam ediyor. Londra-Kalküta-Londra otobüs yolculuğu sadece coğrafi bir keşif değildi; zaman içinde bir yolculuktu. 1950'lerin sonlarında Avrupa hala İkinci Dünya Savaşı'nın yıkımının tozunu atarken, yeniden inşa çabaları sürüyordu ama endişeler devam ediyordu. İşte bu kara yolculuğu, Doğu ile Batı arasında yeniden ortaya çıkan bir bağlantıyı, yakın zamanda bölünmüş bir dünya üzerinde geçici bir köprüyü simgeliyordu. Ve 1960'lardan 1970'lere geçerken, rota gelişmekte olan karşı kültürle iç içe geçti. Batı toplumunun algılanan kısıtlamalarından Doğu mistisizminin cazibesine doğru karadan bir kaçış olan 'Hippi Yolu'nun önemli bir arteri haline geldi.
Çok sevdiğim Beat şairi Allen Ginsberg gibi isimlerin yazılarından etkilenen düşünürler ve araştırmacılar, bu yolculuğu aydınlanmaya doğru bir hac yolculuğu olarak benimsediler. Ancak bu özgür ruhlu keşif dönemi sürdürülebilir olamadı…
Turizm gündemine ilişkin haberlerin her gün mail adresinize gelmesi için abone olun.
www.turizmguncel.com internet sitesinde yayınlanan yazı, haber, video ve fotoğrafların her türlü hakkı Turizm Güncel A.Ş.’ye aittir. İzin alınmadan, kaynak gösterilerek dahi iktibas edilemez.
Copyright © 2018 - Tüm hakları saklıdır. Turizm Güncel
Tasarım & Yazılım Altyapısı DataNet Bilgi Teknolojileri