Deprem felaket mi, yoksa yaradanın verdiği ceza mı?
Entelektüel bir yaklaşım ile bakarsak iki görüş de zırva değil midir?
Konu nazik olduğu için iyice irdelemeye çalışalım. Öncelikle deprem, bugün yaşadığımız 21.yüzyılda ve elimizdeki teknik olanaklara göre asla bir felaket değildir. Bu düşünceyi birkaç açıdan ele alarak değerlendirmeye çalışacağım. Tabi ki, önceden uyarmakta fayda var, bu yazıda okuyacağınız fikirler bir deprem uzmanının değil ancak turizm sektörüne hizmet veren bir teknik kişinin bilgi ve deneyiminin paylaşımıdır.
Bina yapımının aşamaları ve özellikle turizm tesisleri gibi çok kişinin konakladığı endüstriyel yapılar ile ilgili birçok yazı yazdım ve yazmaktayım. Bir danışman gözüyle bunları tekrarlamakta ve tekrar ele almakta fayda görüyorum. Bir tesis fikir olarak ortaya çıktığında bunun projelendirilmesi çok teknik bir çalışma süreciden geçer veya geçmelidir. Bu sürecin ilk temel taşı fizibilite veya olabilirlik çalışmasıdır. Öyle ki bu çalışma tesisin yaşamı ile doğrudan ilintilidir. Tesis ya sağlıklı olarak en başından planlanacaktır veya taşıdığı riskler ile ekonomik ömrünü ortadan kaldıracaktır.
Olabilirlik çalışmasının ilk aşamalarında tesis türü, büyüklüğü, kapasitesi, çalışma şartları, olması gereken tüm özelikler ele alınmaktadır. Bu aşamalardan en önemlilerinden biri zemin etüdü ve ÇED raporlamasıdır. Zemin etüdü mutlaka bir jeoloji bilgisi olan teknik kişi tarafından yapılmalıdır ve binanın fiziki gereksinimi ve şartlarından daha önemlisi, zeminin bu inşaata uygun olup olmadığının belgelenmesi işi ciddi olarak ele alınmalıdır. Zemin uygun değilse bu işten vazgeçmekte sayılamayacak kadar fayda vardır. Eğer zemin, suni olarak, o binanın yapılmasına uygun hale getirilmeye çalışılıyorsa bu nokta yüksek maliyetler kadar riskleri de içermektedir. Son zamanlarda büyük şehirlerde yoğunluk artırılarak binalar inşa edilmekte ve zemin ile ilgili yapay tedbirler alınmaktadır. Burada sorgulanması gereken nokta, bu kadar zorlamaya neden gerek duyulacağıdır. Ancak bu sorunun kamu tarafından titizlikle araştırılması gereklidir.
Zemin uygun ise, bir sonraki aşama yapılacak tesisin doğal afetlere dayanma katsayısının ciddi hesaplara dayanarak ele alınmasıdır. Burada ilk göze çarpan deprem riski olmasına rağmen geçen yıllarda sıkça yaşanan ve gelecek yıllarda da sıkça karşılaşacağımız sel ve fırtına etkisinin yapıların olabilirlik raporlama aşamasında gözden kaçırılmamasıdır. Yaşadığımız güncel acı nedeniyle öncelikle deprem konusunu ele alarak bazı teknik konuları tekrar irdelemeye çalışalım.
DEPREM BİR FELAKET OLMAKTAN UZAK ANCAK BİR İHMALDİR.
Yanlışı gören ve elini uzatmayan insan yanlışı yapan kadar suçludur. Kızılderili Omaha Kabilesi
Ülkemiz son on yıllarda deprem konusunda oldukça zor zamanlar geçirmektedir. Deprem bilimsel olarak yerkabuğunun devinim ile kazandığı hareketle üst üste binmesi sırasında ortaya çıkan enerjinin yaptığı değişim olarak tanımlanabilir. Bu değişim aslında izlenmekte ve hareketi yaklaşık olarak kontrol altında tutulabilmektedir. Dolayısıyla olgunun algılanması sıkıntısı bulunmamaktadır. Eldeki verilere göre ülkemizin hangi yöresinde kaç büyüklüğünde deprem olacağı da tahmin edilmektedir.
O halde yapılması gereken tek şey, binaların bilimsel verilerin tarif ettiği katsayılara dayanımlı olarak yapılması konusunda ilerleme sağlamaktır.
Depreme dayanıklı bina yapmak artık bir marifet değildir. Gelecek yükün yönü, şiddet katsayısı, burulma ve yan etki faktörleri projenin içine alınarak bunlara uygun yapılar imal edilebilir. Buradaki en kritik karar, piyasanın alıştığı kısa inşaat süreleri ve maliyet kaygısı olarak ortaya çıkmaktadır. Öyle ki kamu ve özel sektör adeta binaları olimpiyat yarışı olarak algılamaya başlamışlar ve inşaatları hızlı yapmak sanki bir üstünlük olarak kabul görmeye başlamıştır. Hâlbuki yapılarda imalatlarda kullanılan malzemelerin birbirine uyumu ve dayanım için alışma safhalarını yeteri kadar sağlayacak sürelere sahip olması hayati değere sahiptir.
Bir diğer önem verilmesi gereken madde ise, kullanılan malzemelerle ilgilidir. Dikkat edilirse, deniz kıyılarındaki inşaatların doğal kaynak gibi görülen deniz veya nehir kumlarının hiçbir temizlik aşamasından geçmeden kullanılması sonucu kumun etrafındaki tuz ve kilin iyi bir kaynaştırıcı etkisi olmadığı için uyum sağlamadığı ve dağılarak beton olma özelliğini kaybettiği sır değildir. Binanın ana taşıyıcısı olarak kullanılan imalatlardaki diğer iki önemli unsur olan demir ve çimento kalitelerinin de sapması ile her an yıkılabilecek yapılar yapmakta olduğumuzun farkına varmalıyız.
Yanlış bir anlamayı önlemek için, burada dile getirilmeye çalışılan inşaat firmaları eleştirmek veya suçlamak değil, aksine diğer önemli unsur olan inşaatı yapan usta adını verdiğimiz canlı değerlere dikkat çekmektir. Bugün ne yazık ki bilgi ve deneyim sahibi inşaat sektörü çalışanlarını bulmak oldukça zor hale gelmiştir. Sadece hazır betonun kalıplara dökülmesi ve içine kimyasal malzeme karıştırılarak kısa süreli işlemlerle inşaat yapmak felaketlerin tetikçisi olarak kabul edilmelidir. İşin garip tarafı ise bunu sektörün bilmesine rağmen sessizce seyretmesidir. Ne yazık ki dramatik ve belki de kara mizah olarak ele alınması gereken, bu davranışların altında insan canının yatmakta olduğudur. Yine ülkemizde yetişmiş bir insanın kamuya ve dolayısıyla “vergisini veren mükellefe” olan bedeli önemsenmediği için yetişmiş bir insanın devlete maliyeti göz ardı edilebilmektedir. İşte belki de tüm yaşanan kötü deneyimlerin nedeni bu noktada toplanmaktadır.
Bir vatandaşın canı tüm servetlerden daha önemlidir. Bunu algılamak, önemini kavramak ve nasıl bu canları yaşıyor halde tutmak noktasında kamunun çok dikkatli kararlar ve tedbirler alması gereklidir. Eğer bu nokta anlaşılırsa sorun ortadan kalkacaktır. Çünkü insan canı önem kazanacak ve alınması gereken tedbirler eksiksiz yerine getirilecektir. Örneğin Van depreminde yıkılan iki otel neden böyle bir sonuçla karşılaşmıştır? Bu yazıda bunu irdelemeye çalışmak istiyorum.
Sorularla konuyu açmaya çalışalım.
• Bu tesislerin zemin etütleri yapılmış mı?
• Yapıldıysa hangi önlemlerin alınması öngörülmüştür?
• Hangi deprem dayanım derecesi hesaplara temel olarak alınmıştır?
• Van deprem kuşağında olması ve daha önce deneyim sahibi olması nedeniyle son depremden bu yana inşaatların daha dayanımlı yapılması için ne tedbirler alınmıştır?
• Kamu binaları hangi ölçütlere göre imal edilmiştir?
• İhale belgelerinde “deprem” riski öngörülmüş ve şartnameler buna göre hazırlanmış mı?
Eğer bu soruların herhangi birine “evet” yanıtı verilirse farklı bir sorunla karşı karşıya olduğumuzu anlarız. Çünkü bu durumda yapıların yıkılması gibi bir sorunumuz olmayacaktır. Burası çok önemlidir. İşte bu noktada kamuyu sorgulama hakkımız oluşmaktadır.
TÜM VERİLERE VE UYARILARA RAĞMEN ÖNLEM ALINMADIĞI İÇİN BİNALAR DEPREMDE ÇÖKERSE!
İlk öğretmenimiz kendi kalbimizdir. Kızılderili Chayenne Kabilesi
Deprem bugün acısını hissettiğimiz ancak kısa sürede unutacağımız bir olgu olarak kalmaya mahkûm olmamalıdır. Kızılderili sözüne dikkat çekerek binaların daha sağlam ve donanımlı yapılması için gerekli her türlü tedbiri almak zamanı gelmiştir. Eğer inşaat sektörü olarak kendimiz deprem korkusu olmadan yaşayacağımız binalar imal etmeye başlarsak sorun çözülebilir. Aslında yakın zamanda ortaya çıkan ve bize kılavuzluk etmesi gereken bazı doğal felaketlere dikkat çekmekte fayda var. Bu örnekler bize yapıların sağlam ve dayanıklı yapılması ile elde edilecek kazanımları açıklamaktadır. Çok basit olarak sektörde yapıları kalbimize göre yapmaya başlarsak hem kendi hem de diğer insanların canlarını kurtarmak o kadar kolay olacak ki, sözlerle anlatmak olası değildir.
Bazı örnekler:
• Şili – Yaşanan depremde en az kayıp rapor edilmiştir.
• Japonya – Yüzyılın en şiddetli depreminde kayıp en az olmasına rağmen Tsunami ile
sarsılmıştır. Ancak konumuz olan deprem yapıları olarak ele alınırsa kayıplar
en az seviyede olmuştur.
• Yalova – Henüz kayıp sayıları kesin değildir, tek inşaat yüklenicisi hapis yatmış ve
serbest bırakılmıştır, seçim yatırımı için üç kat sınırı seçim öncesi beş kata
çıkartılmıştır, ama en çarpıcısı ise fay hattının yerinin resmi olarak
değiştirilebilme cesaretidir.
Deprem konusunda yapılacak o kadar çok iş var ki, bugün gevezelik etmeyi ve fal bakmayı bıraksak belki de binlerce canı kurtarmak için adım atmış olabiliriz. Özellikle turizm açısından konuyu ele almaya çalışırsak, kişisel olarak hiçbirimizin yapıları zayıf ve depreme dayanıklı olmayan bir ülkeye gidip hayatımızı tehlikeye atıp atmayacağımızı irdelemekte fayda var. Şu anda yaramız taze ve acıyı pek fazla hissetmeyebiliriz ancak sektör olarak önümüzdeki dönemde turist sayısında azalma olacağını görmek kehanet değildir. Arada sırada alevlenen İstanbul depremi ile ilgili ciddi ve elle tutulur tedbirler almak gereklidir. Sadece ceset torbası depolayarak ve felaket izleme odası(!) yaparak sorunların çözülemeyeceğini anlamalıyız. Vatandaş olarak ise bunları istemenin görev olduğunu algılamak gereklidir.
Yapıları sağlam, dayanıklı, donanımlı, tekniğine uygun, ekonomik olarak imal etmek elimizdedir. Benzer şekilde depremin bir sebep sonuç ilişkisi değil ancak gerekli tedbirler alındığı zaman birlikte yaşanacak bir zemin hareketi olduğunu anlamamız daha kolay hale gelecektir. Sonuçta eğer bir gün bu noktaya ulaşırsak doğal afetlerin bize zarar verme olasılığının ne kadar az olduğunu anlayacağız. Yine bir Kızılderili değişi olarak, doğayı takip edersek çözümün ne kadar kolay ve göz önünde olduğunu algılayabiliriz. Bu tip olayların kaza veya kader olarak algılanmadığı günlere ulaşmaya niyet edelim.
Bu Makale 09.11.2011 - 20:54:06 tarihinde eklendi.