Serdar Sağlamtunç / FCSI

BİR FELAKETİN ARDINDAN

Japonya’ da meydana gelen ve özellikleri bakımından şimdiye kadar kayıt edilebilmiş en büyük altıncı deprem ile ardından onu takip eden tsunami ile ilgili ülke olarak bizim alacağımız pek çok ders var.

Bu dersleri farklı açılardan ve süzgeçlerden geçirerek değişik fikirlere dikkat çekmek istiyorum. Bir farkla sektörü ne olursa olsun bilim ve iş adamlarının bu konuda fikir üretmesi gereklidir.
Belki ilk soru ve önerme, bu felaket başka bir ülkede olsaydı ne olurdu olabilir. Bunun yanıtı ise tam bir sona eriş veya benzeri olurdu. Bunun tek nedeni, Japonya’ nın özellikle deprem konusunda çok ileri bir düzeyde olmasıdır. Zaten dikkat edilirse, 9,0 olarak açıklanan deprem büyüklüğünde binalara hiç bir şey olmamış ancak tsunami vurucu darbe yapmıştır.

Olayı ilgi alanım olan turizm çerçevesinde değerlendirmeye çalışmak amacıyla sadece bu konudaki görüşleri ortaya çıkartmak istiyorum. Diğer uzmanlık alanları için başka meslek uzmanları katkı sunarsa daha doğru olabilir.    

Japonya bir ada ülkesi olarak turizm konusunda çok önemli bir yere sahiptir. Bunda sadece gelen turist değil giden turist hareketliliğinin de büyük katkısı vardır. Sınırlı bir alanda o kadar çok değişik ürün sunarak turizm piyasasında büyük bir etken olan bir ulusun neler yaptıklarını gözlemlersek belki de soruya kolaylıkla yanıt bulabiliriz.

Japonya sadece endüstriyel alanda yaptığı yenilikler yanında eski ve kültürel yapısını da koruyarak çok değişik bir sunum yapmaktadır. Öyle ki en son teknolojik ve ileri bir elektronik cihaz ile birlikte Samurai kültürünün de sunumunu yapmaktadır. Bunların yanında değerli taşlardan özellikle inci ve elmas, porselen yanında kültürel zenginlik olan sushi ve sake çok akıllıca pazarlanmaktadır.

Yine benzer olarak hafta sonları kimono ve geyşa kültürü gösterilerek çok çarpıcı bir etki yaratmaktadırlar. Başşehir Tokyo 12-13 milyon kişiyi barındırmasına rağmen o kadar dikkat çekici bir yapıya sahiptir ki, etraftaki kalabalık bir şekilde görülmesi gereken bir ritüel haline gelmiştir. Burada ayırım yapılması gereken tek nokta buradaki nüfus yoğunluğunun diğer benzer başşehirler ile aynı olmadığıdır. İnanıyorum ki gizem de buradadır.

Tokyo’ daki Narita havaalanında her 30 sn.de bir jumbo jet uçak iner ve bir diğeri diğer taraftan kalkar. Uçaklar ve ışıklarını gökten merdiven teşkil edecek şekilde yukarıdan aşağıya çıplak göz ile görebilirsiniz.

Kurdukları sistem mükemmel olarak çalışır ve tutucu ve çekingen olmalarına rağmen turiste yardım ve hoşgörü anlamında çok ileri bir çizgileri vardır. Bu noktada bizim sahip olduğumuz eski Türk (Osmanlı değil) anane ve saygı sisteminin etken olduğunu anlamak ilginçtir. Bir diğer bilinmeyen ancak baskın bir görüş ise, Japon’ların Türk soyundan geldiklerine tarih kitaplarında bile yer vermeleridir.
Eğer orta büyüklükte bir şehirde, ananelerine sahip bir yöreye giderseniz ve Türk olduğunuz söylerseniz etrafınızın meraklı dostlarla çevrelendiğini şaşkınlıkla görürsünüz.

Dolayısıyla Japonya teknik ilerlemeyi eski adetlerini canlı tutarak üzerine yeni unsurlar katarak devam ettirmeyi becermiştir. Ülkenin coğrafik yapısı göz önünde tutulursa doğal olanaklarının son derece kısıtlı olması nedeniyle sanayileşme için gereksinim duyulan enerjinin nükleer reaktör inşası ile giderilmeye çalışılmıştır.

Bu nokta dramatik bir özellik taşısa da, atom bombasının her türlü kötü etkisine maruz kalan bir milletin nükleer santraller konusunda ilerlemesi ilginçtir. Bugün ülke son teknolojik santral kurma ve projelendirme niteliklerine sahiptir.

İNSANLIK MI KONFOR MU?

Ancak insanoğlunun gözüne çarpması için ortaya çıkan bir gerçek, yaşanan felakette her türlü tedbir alınan nükleer enerjinin şişe içindeki cine benzediği ve camın kırılması ile cinin ne yapacağı ve nasıl çarpacağının belli olmamasıdır. Birey olarak belki de şuna karar vermek gereklidir, son teknoloji mi yoksa yaşam mı? Bu soru üzerine çok ama çok derin düşünmek gerekir.

Bir diğer kritik soru ise teknoloji bireye çevreyi geri veriyor mu? Çok sıklıkla savunulan bir önerme olan çevreye saygıyı ne yazık ki ilerlemiş toplumlarda göremiyoruz. İnternet hızından şikâyet eden bir nesil yetişmekte ancak bunun bedeli sorgulanmamaktadır. Bir diğer açıdan bakarsak, bazı kişilerin ileri teknolojiyi istediği gibi kullanmaları için diğer bireylerin sağlık ve istikballerini tehlikeye atmaları ne kadar doğrudur, bunun tartışılması gerekir. Bu konuda mutlaka milletlerarası bir uzlaşma da gereklidir.

Son yıllarda ortaya atılan GDO benzeri üretimi artırıcı teknik ancak suni tedbirler ile insanlığın varacağı yeri tartışmak ve bunu yaşanan yeni felaket sıcaklığında yapmakta sayısız fayda vardır. Şu çok açık olarak anlaşılmalıdır ki, teknoloji ne kadar insana zarar verici hale gelirse bunun sonucunda zarar görecek insanoğlu ise aradaki çaba neden?

Şimdi olayı enerji gereksinimi açısından ele almaya çalışalım. Enerji sanayi için elzem ancak bacasız sanayi olan turizm için elzem mi? Bu konunun belki de yetkili kurum ve kuruluşlar tartışma zamanı gelmiştir. Yanıt çok basit olarak endüstriyel enerjinin turizm için çok da gerekli olmadığıdır.

Eğer son gelişmeleri içeren yeşil projeler ve akıllı binalar ile tesisler yapılırsa enerji gereksinimi son derece sınırlı olmaktadır. İşte bu noktada “doğal” tanımı ve anlamı ortaya çıkartılmalıdır. Destekleyici bir tartışma olarak ise, özellikle nükleer santrallerin yapımının ve bunun üzerine ısrarcı olmanın ülkemiz için hiçbir dayanağı ve önemi olmadığıdır. Tekrarlamakta fayda var belki de, nükleer santraller dış teknolojiye bağımlı, işletmesi tamamen zararlı, atıkları ciddi sorun olan, çevre için zararları tartışılmaz olan bir yapıdır. İşte bu nedenle turizm sektörünün sesini çıkartarak nükleer santrallere karşı çıkması şarttır.

Peki, enerji gereksinimi nasıl karşılanmalı? Yanıt basit ve çarpıcı olmalı.
Alternatif enerji diye adlandırdığımız güneş, rüzgâr, hidrojen, deniz kaynakları kullanılmalıdır. Artık fosil enerji kullanımı azaltılmalıdır. Çok önem verdiğim bir detay, bugüne kadar yapılan çok büyük savaşların enerji ve özellikle fosil enerji kaynaklarında söz sahibi olmak için yapılmış olmasıdır. Halen de Ortadoğu bu nedenle çalkalanmaktadır. Peki, insan varlığının önemi ve üstün değerleri nerede? Siyah renkli bir sıvı için bu kadar önem yaratmak ve insanları feda etmek doğru mudur?

ENERJİ İNSANA FAYDA SAĞLAMALI, SOYUNU TEHDİT ETMEMELİ

Enerjinin dizginlenmesi ve güç olarak kullanılması kapitalist anlayış için uygundur ve hele son 30 yılın dayatılmaya çalışılan küresel zihniyeti her türlü gücün kendi ellerinde tutulması için acımasızca savaş başlatmıştır. Hâlbuki özellikle doğal bir cennet olan ülkemizde daha önce sayılan doğal enerji formları yanında yer altında da çok önemli enerji kaynakları bulunmaktadır. Bu kaynakların en uygun ve yüksek verimli kullanılabilmesi için araştırma geliştirme çalışmaları sanayi kesiminde yapılmalı ve üniversite boyutu da işin içine alınarak süratle temiz enerji kullanımı artırılmalıdır.

Bu konuyla ilgili vatandaş ne yazık ki gerekli ve yeterli bilgiye sahip değildir veya özellikle bilgilendirilmemektedir. Ham madde ve kaynakların derhal ortaya çıkartılması ve yapılacak işlemlerde yerli kurum ve kuruluşlar ve üniversitelerle birlikte bir çalışma yürütülmelidir. 
Nükleer enerjiye sahip olma ile paralel ve eşanlamlı nükleer güç yaratımı aslında geride kalmış bir düşünce tarzıdır. İşte bu nedenle USA, Japonya, İsveç, Fransa, Rusya gibi devletler nükleer yakıt sızması probleminin halledilememesi nedeniyle ellerindeki kuruluma hazır paket tesisleri pazarlama çabasındadır. Tüm bu bilgiler ortada ve herkesin kullanımına açık olmasında rağmen dayatmacı bir yöntem ile teknolojisi tartışmalı bir ürün için bir anlaşma yapılmış diğeri ile anlaşma yapılması kararlaştırılmıştır.

Belki de ilahi adalet tecelli etmiş ve yaşanan felaketten ders çıkartılarak yanlıştan dönme şansı önümüze çıkmıştır. Enerjinin diğer formları varken en zararlı tipini seçmek kararından vazgeçmek gereklidir hem de derhal.
Nükleer için verilen destekler eğer temiz enerji türleri için de verilirse görülecektir ki sonuçta hem ülkemiz hem de dünya kazanacaktır. Ortaya çıkan sızıntının atmosfere dağılarak her ülkedeki her bireyi etkileme olasılığı tehlikenin boyutunu anlatması bakımından ciddi olarak ele alınmalıdır. Yoksa kaderci bir yaklaşımla bir yetkilinin söylediği, “arada sekiz ülke var, onlardan geçerek bize gelmez” gibi teknoloji ile yakından ilgisi olmayan sadece politik söylemler vatandaşa ağır faturalar çıkartmaktadır.

Çernobil felaketinde gözlerimizin içine bakarak TV'de çay içen insanlar bugün yaşamıyor ancak o olay sonunda sağlığını kaybeden on binlerce genç lösemi ile savaşım veriyor. İsteyen verilere baksın. İş bu kadar ciddi ve dramatiktir. Turizm potansiyeli bakımından cennet gibi değerlere ve yerlere sahip olan Karadeniz kıyıları bu nedenle şansını yitirmiş durumdadır. Ta ki tekrar nükleer ölçümlerin ve temiz raporlarının alınabilir seviyeye gelmesi olanaklı hale gelinceye kadar. Süreç eğer iyi izlenirse yaklaşık 50-80 yıllık bir zaman diliminden bahsediyoruz. Buna değer mi?

Turizm ile uğraşanlar bunu sorgulamalı ve yanlıştan dönüş için etki yapmalıdır.

Ülkemiz enerji gereksinimi duyuyor ancak sanayi geliştirilmediği için harcamalar çoğunlukla tüketim için yapılmaktadır. Alışveriş merkezleri, evler, apartmanlar, ofisler ne yazık ki enerji politikası ve düzenlemeler olmadığı için en fazla enerji tüketen yerlerdir. Ancak diğer bir acı gerçek ise nakil edilen enerjinin kayıplarının %25 seviyesinde olduğudur. Bunun tercümesi ise, eğer alt yapı düzenlenir ve kablo aktarma sistemi değiştirilirse bir Atatürk Barajı ve iki nükleer santral kadar enerji kazancımızın olacağıdır.

Dolayısıyla popülist yaklaşımla tesis yapmak yerine eldekini ıslah ederek ve kaçakları en aza indirerek enerji problemini kolaylıkla halledebiliriz.

Gelişmemiş ülkeler en fazla enerji tüketen ülkelerdir. Bakın her ev ve ofise klima takılmaktadır. Neden, konfor için. Peki, son teknoloji kolaylığı ile bu cihazlar hem ısıtma hem soğutma yapabiliyor ancak tükettiği enerji elektrik. Elektrik ise ülkemizde en pahalı enerji kaynağıdır. Son beş yılda klimaların tüketime getirdiği yükleme oranı % 60-70 civarında. Hâlbuki bunun yerine merkezi sistem ısıtma ve soğutma yapılsa sadece enerji gereksinimi %35-40 düşecektir. Ferdi cihazların arıza, bakım ve montaj giderlerini dikkate almıyorum.

Tabloya tümden bakılabilirse enerjinin korunmadığı ancak sürekli fiyat artışıyla açık kapamaya çalışıldığı görülür. Buna basit bir örnek, penceresi kırık bir odada kış ayında ısınmak için sürekli yakıt tüketmektir. Hâlbuki pencereyi tamir etseniz çözüm olacaktır.
Son yıllarda sigara yasağı ile iç mekânlardan dışarıya çıkan tiryakiler için icat edilen ısıtıcıların tükettiği enerjinin maliyetini umarım birileri kayıt ediyordur. Çünkü böyle yaparak sera gazlarının artışına neden olunuyor ve elde dilen enerji havayla atmosfere karışıyor. Sonra da Mart ayında yağan ve hayatı durduran kardan şikâyet ediyoruz.

Hiç düşündünüz mü, mevsimler neden değişmektedir?

Bu değişimlerin domino etkisiyle yeni felaketlere yol açacağı hakkında bir fikre sahip misiniz? Şu soru hiç kafanızı meşgul etti mi, sigara yasağı yerine neden bunları üreten fabrikalar kapatılmıyor? Buradan anlaşılan, çevre, sağlık ve enerji konusunda ülkemizde çok ciddi çalışmalar yapılması gerektiğidir.


Bu Makale 15.04.2011 - 14:34:01 tarihinde eklendi.


Kullanıcı Yorumları
Henüz yorum yapılmadı.
En Çok Okunanlar
Bunları Okudunuz Mu?
Yazarlar
Tüm Yazarlar
GÜNCEL HABERLER
SEKTÖREL HABERLER

Turizm gündemine ilişkin haberlerin her gün mail adresinize gelmesi için abone olun.