Ah güzel İstanbul ne yapmış insanlar sana böyle?
Dile kolay tamı tamına 23 sene olmuş İstanbul’dan çıkalı...
1989 yılında bir daha geri dönmemek üzere ayrıldığım bu 'Kocakarı' hiç bu kadar çirkin görünmemişti gözüme şimdiye değin. Hani bazıları İstanbul’u şarap gibi yıllandıkça güzelleşen bir kadına benzetirler ya, işte o muhteşem kadın artık yok. Kadın yaşlanmış, köhnemiş, omuzlarındaki ağır yükün sızısı dizlerine vurmuş, aksayarak yürüyor. Yüzündeki ağır makyaj bile onu güzel göstermeye yetmiyor artık. Kolay değil elbette onu da anlamak lazım milyonlara analık yapıyor, kimisine ise hem ana hem baba. Bu şehirde yaşayan herkes onun koynunda kendini güvende hissetmekte.
Peki ya o ? Sanırım onu pek düşünen yok. Gri beton pardesünün üzerine kiremit kırmızısı fular atmış garibim. Yaz kış bunu giymek zorunda. Yeşil ona pek yaraşırdı eskiden ama şimdilerde ara ki bulasın. Allahtan mavi gerdanlığı yerli yerinde tüm haşmetiyle durmakta. Umarım baki kalan o olur.
Tüm büyük metropoller de olduğu gibi o ülkenin en kısa yoldan analizini Metro da yapabiliyorsunuz. En azından size o şehir ve insanları hakkında çabucak bazı kodlar teslim ediyor. Siyasi görüşünü ya da Dini inancını giysileri ile ifade etmeye çalışanlar, hayatın başındakiler ve sonundakiler, öğrenci tayfası, işçi sınıfı, sosyetikler, yarı sosyetikler, ergenler, bu dünyadan olmayanlar, City Tiki’leri ( ki bu sınıfa girenler dağın başına bıraksan iki saatten fazla hayatta kalamayacak kadar şehre adapteler ) , dejenere tipler, işe gidenler ve dönenler, anneler ve kızları, kopuklar, yüksek topuklar, fix müzik dinleyenler, tüm gün ütüyü bozmadan çalışmış takım elbiseliler, en modalar ve demodeler, hacılar, sofiler, rocker’lar, rapper’lar, romanlar, Afrikalılar, şık hanımlar ve beyler.
Hepsi bir vagonda yerin yedi kat dibinde, İstanbul’un kalbinde şehrin bir ucundan ötekine kısa sürede olsa aynı kaderi paylaşarak seyir etmekteler. Tüm bu çeşitlilik ve günün moda deyimi ile renklilik sadece bize özgü değil elbette. New York metrosunda da seyahat etseniz pek az bir farkla aynı duyguları yaşamanız kuvvetle muhtemel.
Yerin altından kısa sürede şehrin bir ucundan ötekine gitmek oldukça keyifli elbette. Peki ya üst taraf, Külli Hengame. Mahşer yeri halt etmiş vesselam. İnsanlar birbirlerinin üzerine doğru yürümeyi adet bellemiş. Sağlam adımlarla direterek ilerle nasıl olsa karşıdan gelen bir şekilde korkar kaçar. Metro ulaşımı olmayan bir semte gitmek için gayrı ihtiyari bindiğim taksinin şoförü bayağı dertli çıktı. Yirmi dakika içinde tüm yaşamını ve sıkıntılarını anlattığı gibi bir de çıkış yolu bulmam konusunda ricacı oldu. Adamcağız samimi görmüş olacak ki diretiyor, dilimiz döndüğünce anlattık biz de elbette. Umarım işe yaramıştır.
İstiklal Çaddesi tüm saldırılara rağmen direnmeye devam ediyor. Alnının çatısına dikilen AVM tüm güzelliğini bozamasa da yinede ifadesi değişmiş. Her nedense tüm büyük AVM girişlerinde İngiliz polisi üniforması ile gezinen güvenlikçiler var. Son güvenlikçi üniforma modeli bu olsa gerek. İstanbul kalabalık çok kalabalık, sokak, cadde, mağaza, otobüs, metro, vapur, otel, restoran, havaalanı, otobüs garı her yer insan seli. Mahşer öncesi training için mükemmel ortam, yoksa bu kalabalığı bir daha nerede bulacaksın.
Sirkeci, Galata, Eminönü ve Karaköy küfle karışık ızgara balık kokmakta. Arada da terle karışık ucuz deodorant kokusu. Mısır arabasının önünde kuyruk olmuş Arap turistler dil bilmeyen mısırcıya İngilizce kaç para vereceğini soruyor. Balık tutanlar ise ayrı bir dünya. Bu kadar insan güpegündüz balık tutmaya Galata Köprüsünün üzerine gelmişler, iş güç yok herhalde. Karaköy’ün eski tadı kalmamış. Yukarıdan Galata’dan aşağı bir otel ve restoran-bar modası çığ şeklinde aşağı doğru hızla inmekte. Çoğu iş hanı boşalmış, esnaf şehrin bu yöndeki gelişimine karşı koyamamış muhtemelen. Arap Camii ise tüm heybeti ile yerli yerinde çok şükür.
Eski tatlar baki, Güllüoğlu'nda Baklava, Şampiyon'da kokoreç, İskelede balık ekmek, Çiçek Pasajı'nda votka, rakı ve şarap, İnci’de profiterol, Saray’da tavuk göğsü dünyanın başka hiçbir yerinde bulamayacağınız müstesna mekanlar ve tatlar...
Nişantaşı ayrı bir dünya, sanki Junior Manhattan. Ancak oralarda görebileceğiniz şık hanımlar ve beyler, pahalı arabalar, mağazalar, barlar, kafeler, restoran’lar. Hakkın rahmetine kavuşmuş tüm ünlülerin, sanatçıların, entelektüel ve işadamlarının, bürokratların ve siyasetçilerin ardından Sela’sı okunan meşhur Teşvikiye Camii.
Sirkeci’den Atatürk Havaalanı'na gitmeye çalışan Tunuslu turisti önce can sıkıntısından muhabbet arayan biri sanıyorum. Kırık İngilizcesi ile derdini anlatmaya çalışan Amor bey bana Fransızca bilip bilmediğimi Fransızca soruyor. ' je ne sais pas bey baba' diyorum kıs kıs gülerek. Asgari müşterekte anlaştığımız Amor bey kimsenin yabancı dil bilmediğinden şehirdeki yönlendirmelerin eksik olduğundan dem vuruyor. Ben bile bu şehirde kaybolduktan sonra sen haydi haydi yok olur gidersin diyorum içimden.
Tarihi yarımada tüm ırkların temsil mekanı gibi. Nerede ise her milletten insan var. Türk turizmi açısından oldukça sevindirici elbette. Sonra keşke bu çeşitliliği Akdeniz de de yakalayabilsek diye geçiriyorum içimden. очень трудно ( çok zor ) diye kendi cevabımı kendime yapıştırıveriyorum ardından.
Bir zamanların en arızalı muhitlerinden Tarlabaşı şimdilerde devasa bir şantiye görünümünde. Yıkımlar başlamış, çok sayıda bina yerle bir edilmiş durumda. Bazıları boşaltılmış kaderini bekliyor. Bazılarında ise artık kime direniyorlarsa hala yaşayanlar var. Taksim her daim kalabalık, saat mevhumu burada kullanılmamakta. Otellerin doluluk oranı dudak uçuklatacak kıvamda, öyle her istediğinde oda bulmak gibi bir durum yok buralarda.
Sonuç itibari ile İstanbul gettolara ayrılmış durumda. Her mahalle kendi bayrağını çekse göndere şaşırmam. Zira her semt ahalisinin mahallesine karşı ciddi bir aidiyeti var. Sınırları belli olan bu sokakların ardı onları pekte ilgilendirmemekte. Bizans’tan bu yana küçük şehircikler kıvamında yerleşimin olduğu tarihi yarım ada civarında yaşayanlar ayrı, Anadolu yakasının doğusunda ya da batısında yaşayanlar ise ayrı dünyaların insanları.
Tüm deformasyonlara, hakaretlere, aşırılıklara, sataşmalara, itiş kakışa ve üzerindeki tüm tepinmelere karşın bu 'Kocakarı' yine de direnmekte ısrarlı gözüküyor. Tepesine dikilen beton onca beton gökdelene rağmen hayatta kalmayı sürdürüyor. Güneş açınca güzelliği tümüyle eskisi gibi ortaya çıkan İstanbul, karanlıkta bambaşka bir kimliğe bürünüyor. Ve biz bu kültür başkentimize hiç mi hiç iyi davranmıyoruz. Kocakarı benzetmemden rahatsız olacak olanlar durup düşünsünler, bu ihtiyarı yeniden gençleştirmek, ayağa kaldırmak için kim, hanginiz, gerçekten içinizden gelerek ne yaptınız. Onu sadece yaşamak ve tüketmek dışında !
Emir HEPOĞLU
Bu Makale 27.11.2012 - 10:17:19 tarihinde eklendi.
Kullanıcı Yorumları
-
Değerli Emir Bey,
Kaleminize sağlık,çok güzel irdeleyip yazmışsınız.O güzel İstanbulumuzu gözler önüne serivermişiniz.Lahmacuna nasıl malup olduğunu da dolaylı da olsa vurgulamışınız.Kaleminize,elinize ve emeğinize teşekkür ediyorum.Kalın sağlıcakla.