Prof. Dr. Tuncay Neyişçi

Turizm hikayeleri: Beydağları turist bekler

“Beydağları Efsane Söyler” adlı eserinde Mustafa Tuncel şiirsel anlatımıyla Beydağları adını bütün beyleri kıskandıran göz kamaştırıcı sürü sahibi, insan dostu bir Bey ile sevdalısına bir türlü kavuşamayan bir çobanla ilişkilendirir. Aslında sadece Beydağları değil Toros Dağları bütünüyle boğaların olduğu kadar, keçi ve çobanların dolayısıyla konar-göçerlerin (Yörükler), alageyiklerin, leoparların, sedir ve servi ağaçlarının, köknarların, defnelerin, dağ keçilerinin, deniz kaplumbağalarının ve antik yerleşimlerin de anavatanıdır. Toros Dağları’nı ve özelde Beydağları’nı bu açıdan tanımaya, keşfetmeye çalışmak turizmin ve turizmcinin öncelikli konusu olmalıydı.

Ciddi sorunları ciddiyetle tartıştığımız şu ciddi sıcak yaz günlerinde hikayelere de ihtiyacımız var!

Ama öncelikle sevgili Tuncel’in kelimelerini de kullanarak, sevdalı çobanın öyküsüne, Beydağları adının ardındaki söylenceye kulak vermeli. Turist söylence sever...

Sevdalı Çoban

Sevdalısını arayan çoban, karşısına çıkan aksakallı bir ihtiyarın “senin sevdalın da sürün de buralarda değil, uzaklarda, beyin dağlarında.  Oyalanma, var git oraya” öğüdünün peşinde bugünkü çetin Beydağları coğrafyasına vasıl olur ve hiç kimsenin hiçbir zaman başı ile sonunu birlikte göremediği, sayısını bilemediği sürüsü kadar ünlü Bey’in baş çobanı olur. Yeni çoban sürünün yönetimini tez zamanda eline alır ancak gözü ve de aklı dağlarda, köylerde, obalarda, çadırlarda sürekli yavuklusunu arar. Bekler, yine bekler. Aylar yıllar geçer. Sevdalısı bir türlü görünmez.

Sonra bin yıl önceden gelip bin yıl sonraya akan bir ses duyar. Akdeniz’e doğru bakar ve beyaz tenli, narin bedenli, uzun kara saçlı yavuklusunu, bir hayal, bir düş gibi, dalgaların altına girip köpüklerin üzerinde uçarken görür. Çoban, denizden gelen yavuklusunu, denizkızını yitirmemek için ardından soluğu tükeninceye dek koşar ancak nafile. Sevdalısı dalgaların ve ufuktaki sisin ardında gözden kaybolur gider. Öykünün daha önce anlattığımız Afrodit söylencesi ile benzerliği gözden kaçırılmamalı.


Beydağları

Çoban sevdalısının peşinden gitmek için yanıp tutuşur ama sürüyü çobansız bırakamaya, beyinin emanetine hıyanet etmeye de gönlü razı olmaz. “Ulu tanrım, gitmem, onu bulmam gerek. Ne olur tanrım, Beyimin sürüsüne elin eli değmesin! Kurt dalmasın, canavar yemesin! Ben gelene kadar onları orada öyle bırak beklesinler” diye yakarır. O ana dek yer yer olalı, gök gök olalı böyle içten bir yakarışa, böyle candan bir çağırışa tanık olmamıştır. Yakarışı bitince çoban sürüsüne dönerek gür bir sesle “aslan boğalarım, sütlü ineklerim, çevik keçilerim! Çönün, çömelin” diye seslenir. Ve o an Bey’in azgın boğaları, boylu inekleri ve kıvrak keçileri birbirine yanaşır, ağır ağır çömelir, sıra sıra toprağa yaslanırlar. Uzun bir boğa sırası deniz boyunca akıp gider, Bey’in topraklarının ötelerine uzanır. Binlerce yıllık güçlü çağırı bütün boğaları yere çakmıştır. Sonra çoban Akdeniz’e, onun sonsuzluğuna bakarak çömelmiş boğaların arasına sırtını toprağa, yüzünü gökyüzüne vererek uzanır. Gözyaşları akar toprağı ıslatır. Tanrıya son bir kere yakarır. Sevdalısının çıkıp geldiği ve gidip yittiği Akdeniz’in kıyısında hiç kimsenin hiçbir zaman başı ile sonunu birlikte göremediği sürüsüyle, Bey’inin sürüsüyle kucak kucağa taşlaşıp kalır. Tüm Anadolu’yu batıdan doğuya boydan boya kuşatan sıra dağlara Toros, onun batı ucundaki bölümüne Beydağları denmesi bundandır. Bir başka anlatımla Toros ve Beydağları’nın mayasında çoban, boğa ve keçi hakkı vardır. Bu dağlara Toros (boğa), Beydağları, yarımadaya Teke Yarımadası adlarının verilmiş olması, bu dağların konar-göçer (yörük) yurdu olarak bilinmesi bundandır.

Antalya Karaali oğlu parkından batıya Beydağlarına doğru bakanlar boğayı, keçiyi andıran tepeler arasında sevdalısına kavuşamamış bahtsız çobanın yaşlı gözlerle gökyüzünü süzen siluetini de mutlaka göreceklerdir.

Karaalioğlu Parkı’ndaki miradorlardan birine Beydağları söylencesini anlatan ve onu dağ dağ, zirve zirve tanımamıza, keşfetmemize aracılık edebilecek bir panonun koyulması bile, ne yazıktır ki, MS 2013 yılı haziran ayı itibarıyla, akıl edilememiştir. Bu muhteşem dağları kültür ve turizm mekanına dönüştürememiş olmamız bu akıl edememiş olmanın kaçınılmaz sonucudur.

Oysa, on yılı aşkın bir süre önce dünyanın tavanı olarak bilinen Everest Tepesi’ne tırmanan sayılı dağcılarımızdan biri olan sevgili Yılmaz Sevgül Hocamız Antalya’ya gelişinin ilk yılında Sivri Dağ’ın (ki miradorlardan rahatlıkla gözlenebilir) 1050 m uzunluğundaki dik kaya yüzeyine (dünyada ender bulunan bir özellik) zorlu, ancak keyifli bir tırmanış gerçekleştirmişti. Yerel ve ülkesel kamuoyunun dikkatini çeken bu tırmanışta Sevgül Hoca geceyi nefes kesici Antalya manzarası eşliğinde, halatlar üzerine kurduğu çadırında geçirmişti. Değer bilenin elinde tek başına bu etkinlik bile bir Antalya klasiği, bir Antalya markasına kolaylıkla dönüştürülebilirdi. 

Boğanın da, Bey’in de, tekenin de eril olmasına inat bu dağların en yüksek zirvesine (3080 m) doğurganlığın, bereketin, yenilenmenin, anaçlığın simgesi olan “Kızlar Sivrisi” adının verilmesi dişilliği yüceltip bir Anadolu geleneği olarak erilliğe tepeden bakma olarak okunamaz mı? Kadını ailenin, toplumun direği bilen, kavminin bireylerini ana adıyla anan Likya ülkesinin bu en yüksek zirvesine de böyle bir ad yakışır. Tüm batı Anadolu’ya tepeden bakan bu “sivri” Efes Artemis’inin göğsünde çoğalıp boğanın yumurtalığı ile özdeşleşerek eril ile dişili sentezleyip bereketi tanrısallaştırır.

Kızlar Sivrisi

Kızlar sivrisinin efsanesini de dillendirir sevgili Tuncel. Yılın ilk karını alan ve yılın neredeyse tamamında ben diyeyim ana sütü, siz deyin bir genç kız gelinliği kadar beyaz karlarla kaplı Kızlar Sivrisi’nin her iki yanında kralları birbirine düşman iki ülke varmış. Can düşmanı krallardan birinin kızı ile diğerinin oğlu sevdalanmışlar. Hem de ne sevdalanma! Onların sevdası derinleşip kara sevdaya döndükçe krallar arasındaki düşmanlık da bilenip çılgınlığa dönüşmüş. İki sevdalı çaresiz, bir dolunay öncesi her şeyi geride bırakıp Kızlar Sivrisi’nde buluşmaya karar verirler. Sevdalılar sözlerini tutar ve dolunay öncesi zirveye çıkarlar. Ancak kavuşup kavuşamadıklarını kimseler bilemez. Ne oğlandan ve ne de kızdan bir daha hiçbir ses duyulmamış, hiçbir iz görülmemiştir. Çok sonra çobanlar zirvenin sırtındaki küçük bir çukurda, kimin olduğu bilinmeyen üzeri en kızgın yaz güneşinde bile pes edip erimeyen bir kar parçası ile kaplı elle kazınmış bir mezar buldular. Yöre halkı bu inatçı kar parçacığının sevdalı kızın gelinliği olduğuna ve iki sevdalının üzerini örttüğüne inanır.


Kızlar Sivrisi

Kavuşup kavuşamadıkları bilinmeyen sevgililerin Kızlar Sivrisi zirvesindeki mezarını bir gelinlik gibi örten ak karlar eriyip su yollarını besleyerek tüm Teke Yarımadası’na ana sütü gibi can ve bereket verir.

Yörükler

Kızlar Sivrisi’nin güneye bakan eteklerinde develeri, atları, eşekleri, keçileri ve kıl çadırlarıyla üç beş Yörük ailesi hala yazlamaktadır. Aslında Yörükler keçinin, keçiler de taze otun peşindedirler. Aşağılarda, deniz kıyısında otlar kurumaya, lezzetlerini ve de besin değerlerini yitirmeye başladıklarında, Yörükler de göç hazırları başlar, develerin havutları, kolonlar, yularlar, dizginler, ala ve yoz çuvallar elden geçirilir, sökükler dikilir. Çobanlar sürünün çanlarını, oba başı ala kilim ve ala çuvalla süsleyeceği deveye takacağı hatap çanını hazır eder. Konar-göçer Yörükler için ala kilimli, ala çuvallı lök (erkek deve) gücün zenginliğin göstergesidir. Yörük dedesinin “Ak geçi, kara geçi, geldi yine yaz göçü” demesiyle yüzlerce yıllık geleneğe uygun olarak kervan yola revan olur. Yörükler için göç  başlı başına bir şölendir, bir coşkudur, bir bayramdır. Ancak ne yazık ki bu köklü gelenek göçerlik yaşamı ve kültürünün kendisi göçüp gitmektedir yaşamımızdan. Oysa devesinden keçisine, çadırından havutuna, türküsünden sevdasına özgün bir kültürel değer egzotik bir turizm ürünüdür Yörük yaşamı ve Yörük göçü.

Boynuzuna, sakalına, rengine bakılarak bin bir çeşit adla anılan keçi ve  yaz sıcağında aç-susuz 10 gün yürüyebilen deve Yörüklerin iki önemli hayvanıdır.

Keçi Yörükler için o kadar önemlidir ki, boylarına, aşiretlerine karakeçili, sarıkeçili, karatekeli gibi adlar vermişler, yaşadıkları coğrafyaya keçinin koca boynuzlu, gür sakallı, keskin kokulu erkeği olan “teke” adını uygun görmüşlerdir. Antalya’nın batısındaki yarımadaya “Teke Yarımadası” adının verilmiş olması Anadolu Selçuklu Devleti döneminde bölgeye yerleştirilen Teke boyu ile ilişkilidir.

Anadolu Parsı, Alageyik, Dağ Keçisi, Karakulak

Antalya kent merkezine sadece 25-30 km uzaklıktaki Düzler Çamı mevkii ve Termessos antik kenti en son bireyinin 1970’li yıllarda vurulduğu bilinen ve o gün bu gündür bir daha izine rastlanamayan Anadolu parsı, nesli ciddi tehdit altıda olan alageyik ve av yoluyla turizme katkı sağlamış dağ keçilerini, karakulak ve vaşak gibi yırtıcıları barındıran  ilginç bir coğrafya parçasıdır.


 
Termessos Milli Parkı sınırları içinde iki taş duvardan ibaret pars kapanları bulunmaktadır. Milli park girişindeki mütevazi müzede demirden bir pars kapanı da sergilenmektedir. Kendisi görülemese bile parsların bir zaman bu ormanlarda yaşadığını düşünmek bile bir ayrıcalıktır.

Bilim insanları günümüzde Avrupa’dan Amerika ve hatta Avustralya kıtalarına kadar uzanan geniş bir coğrafyaya yayılmış olan alageyiklerin tümünün atasının Antalya/ Düzlerçamı’ndaki sınırlı sayıdaki bireyler olduğunu ileri sürüyorlar. Diğer geyik türlerinden, palmiye yaprağını andıran farklı boynuz yapısı ile ayrılan alageyik, kamuflajını sağlayan kahve renkli ve beyaz benekli postuyla gösterişli ve zarif bir hayvandır.



Alageyikler kıtalararası seyahat eden ender hayvanlardan biridir. İlk zorunlu seyahatlerini ya da sürgünlerini 60.000-10.000 yıl önce yaşanmış olan buzul döneminde kuzeyden güneye doğru gerçekleştirmek zorunda kalmışlar, Akdeniz ile Toros Dağları arasındaki dar bir alana sığınmışlardır. 15-17. yüzyıllarda Avrupalı aristokratların av zevkini tatmin etmek için neredeyse tüm Avrupa ülkelerine misafir av hayvanı olarak yayılmışlardır. Bugün bir turizm ülkesi olan İspanya’da avlanılmasına izin verilen alageyik sayısının 35 binin üzerinde olduğu rapor edilmektedir. 1960’lı yıllardan beri koruma altında tutulup sayılarının artırılabilmesi için çalışılıyor olunmasına karşın toplam birey sayımız 500’ü aşamamıştır. Küresel ölçekte tanınan Düzlerçamı kökenli Alageyiklerin anavatanlarında deniz kaplumbağaları kadar ilgi çekememiş olması da düşündürücüdür. Önemli turizm destinasyonlarımızdan olan Dalyan nesli ciddi olarak tehdit altında olmayan deniz kaplumbağaları ve onların korunmasıyla özdeşleşmişken nesli ciddi tehdit altında olan Alageyiklerin turizmin başkentinde bilinmiyor, tanınmıyor olması da düşündürücüdür.

Termessos Milli Parkı sınırları içinde Yörüklerin geçim kaynağını oluşturan evcil keçilerin atası olan dağ keçileri de bulunmaktadır. Dağ keçisi, av hayvanlarının en vahşi ve ürkeğidir. Hiç bir hayvanda olmayan seziler yaban keçisinde toplanmıştır. Kendisinden başka hiç bir canlıya güvenmez ve birlikte olmaz. Yaşayışı, telaş ve ürkekliğe dayalıdır. Öyle ki; yaban keçisi yırtıcı bir hayvan olsaydı, sezileri ve yetenekleri korkunç düzeyde olduğundan, hiç bir canlı onunla başa çıkamazdı. Bir zaman av turizmine açık olan bu keçileri avlamaya gelen bir turist üç günde ortalama olarak 15 bin Amerikan doları harcama yapmaktaydı. Akseki ilçesinin üç değişik bölgesinde avlanmasına izin verilecek toplan 22 dağ keçisi için açılan ihaleye (2011) katılan firmalar 100 bin Amerikan doları ödemeyi kabul ettiler. Bu tek bir dağ keçisinin firmaya maliyetinin 5 bin doların üzerinde olduğu anlamına gelir. Bu bedele karlar ve konaklama giderleri dahil değildir. Yine bu bedel en zengini bile getirilse hiçbir golf düşkününün yapamayacağı bir harcamadır. 

Boşa atılan mermiden, keçinin yaralanmasından, vurulan keçinin boynuzun (trofi) her bir santimetresinden ücret alınan bir etkinliktir dağ keçisi avı. 



Tüm diğer yabani kedilerde olduğu gibi yalnız yaşayan bir hayvan olan karakulağın Düzlerçamı bölgesindeki varlığının kanıtı Termesoss Milli Parkı  girişindeki müzede sergilenen bir karakulak tahnitidir. Bu müzede bir alageyik ve bir vaşak tahniti de sergilenmektedir. Bu karakulağın 1980’li yılların sonlarında orman muhafaza memurları tarafından vurulduğu bilinmektedir.


 
Hareketli olan hayvanların incelenmesi ve araştırılması hareketsiz bitki türlerine oranla daha zordur. Karakulak gibi geceleri daha aktif olan hayvanlar için durum daha da güçleşmektedir. Böyle durumlarda hayvanların bıraktıkları izlerin incelenmesi en akılcı ve sonuç üretici bir yoldur. Ayak izleri, dışkılar, tüy kalıntıları, vb. izlerin incelenmesi yaban hayatı konusunda çok önemli bilgiler verir. Örneğin dışkı analizleri, ilgili hayvanın varlığı ve popülasyon büyüklüğü ve dağılımı konusunda olduğu kadar, türün beslenme biçimi konusunda da ayrıntılı bilgiler verebilirler.

Karakulakların erkekleri 220-130, dişileri 50-55 km2 lik bir alanda tek başlarına yaşarlar. Yaşama alanlarının sınırlarını dışkılarıyla belirlerler ve bu egemenlik alanına başka bir karakulağın girmesine azla izin vermezler. Komşuların birbirlerini denetleyebilmeleri için alanlar arasında yüzde 30-50 oranında çakışma olabilir. Sınır taşı olarak bırakılan dışkılar sürekli olarak denetlenir ve yenilenir. Belirli bir süre içinde yenilenmeyen dışkılar, alanın sahipsiz kaldığı anlamına gelir ve komşular tarafından paylaşılır.

Düzlerçamı – Termesoss bölgesinde, karakulak sayısının çok olduğu ve av turizmine konu olan dağ keçilerinin yavrularına zarar verdikleri konusunda savlar var. Hatta dağ keçilerinin korunması için alanın karakulaklardan temizlenmesini düşünen ve öneren yetkililerin de bulunduğu ileri sürülüyor. Ancak bu savın gerçeği yansıtmadığı görüşü ağır basıyor.

Turizmin başkentine sadece 25-30 km uzaklıkta Afrika’nın safari turizmiyle ünlü ülkeleriyle yarışabilecek niteliklere sahip bir yaban hayatı zenginliği olmasına karşın, turizm sektörünün bu değerlere ilgisiz kalması ancak ve ancak yaptığımızın turizm değil otelcilik olduğunun kabul edilmesiyle açıklanabilir.

Tesisine, bakım ve işletmesine milyonlarca dolar harcanan golf turizmini zengin turizmi olarak tanımlayan karar verici ve yatırımcılara, göreli olarak kıyas kabul edilemeyecek kadar sınırlı yatırımlarla golften elde edilenin, edilebilecek olanın en azından 10 kat fazlası gelir vadeden  av turizminin 2023 stratejik planında yer bulanmamış olması da düşündürücü değil mi?

Burada av turizmi kavramını, foto safari, dağ keçisi ve alageyikleri doğal ortamlarında gözleme, çiftliklerde yetiştirilen dağ keçisi, tavsan, keklik, sülün, tilki, vb. av hayvanlarını özel avlaklarda av turizmine açılmasını da içine alabilecek genişlikte düşünüyoruz.



Yukarıda çocukların bile bilimsel adıyla (Caretta caretta) tanıdıkları Dalyan’la özdeşleşmiş ancak Çıralı ve Belek’te de itibar gören deniz kaplumbağası görülüyor. Hemen yanındaki tabelada İztuzu plajının saat 20:00 – 08:00 arasında insanların kullanımına kapalı olduğu, ancak insanların plajı 08:00-20:00 saatleri arasında kullanabilecekleri yazılı. Yani insan plajları deniz kaplumbağalarıyla paylaşma alçak gönüllülüğünü kabul etmiş, kaplumbağayı kendi ile eşdeğer görmüş oluyor. Bu başta turizm sektörü olmak üzere hepimizin ve her kurumun görmesi, anlaması ve özümsemesi gereken bir olgudur.

Keçi

Keçi, aşırı avlanma sonucu sayılarının çok azalması nedeniyle giderek güçleşen yaban ceylanı avının zorlamasıyla, Yukarı Mezopotamya’da, “Bereketli Hilal” olarak adlandırılan coğrafyada yaklaşık 10 bin yıl (MÖ 8000) önce buğday, bezelye, zeytin ve koyun ile birlikte evcilleştirilmiş ilk hayvan türlerinden biridir. Çayönü, Çatalhöyük, yani Anadolu, keçinin evcileştirilmesine ilişkin ilk kanıtları veren yerleşimlerdir. Yani evcilleştirilmiş keçi Anadoluludur. Buradan doğuya, güneye ve batıya yayılmıştır.


 
Keçinin evcilleştirilmesinin temel nedenleri arasında beslenmesinin ve barınmasının ucuz, veriminin yüksek, susuzluğa dayanıklılığı ve hastalıklara karşı bağışıklığının yüksek olması sayılabilir. Keçi, koyunun ve sığırın yaşamasının mümkün olmadığı dağlık bölgelerde, ağıla gerek duymadan açık alanlarda, sınırlı bir bakımla, ottan çalı ve ağaççık türlerine kadar uzanan farklı bitkileri otlayarak et, süt (ana sütüne en yakın), gübre ve lif (kıl) üretebilen maki alanlarının tek çift tırnaklı hayvan türüdür.  Bu özellikleriyle keçi en az kaynaktan en yüksek miktarı üreten, bir başka anlatımla, bizim bugünlerde sıklıkla sözünü ettiğimiz “sürdürülebilirlik” kavramına tıpa tıp uyan, yoksul insanların ve yoksul alanların hayvandır. Yapı Kredi Yayınları arasında çıkan “Keçilerin Dönemi” adlı eserinde Arnavut yazar Luan Starova keçilerle yoksullar arasındaki yaşamsal ilişkiyi destansı bir dille anlatmaktadır.

Ataları yaban keçileri olan evcilleştirilmiş keçiler ormana değil makilik alanlara aittirler. Makilik alanlar ve keçiler, evcileşme öncesi ve sonrasında, birlikte evrimleşmişlerdir. Seçici olmadan, maki bitki örtüsü tipine ait hemen her türü otlayabilen keçi bu türleri otlatmaya karşı yeni ekolojik adaptasyonlar geliştirmeye zorlamış ve böylece, sanılanın aksine, çeşitliliğin (biyolojik) artmasına yol açmıştır. Sütleğen, zakkum, gibi türler kimyasallar üreterek, sarıboğan, karaçalı dikenlerle donanarak, pırnal meşesi, akçakesme sert, dikenli ve otlatmaya dayanıklı yapraklar geliştirerek   keçi sofrasının dışında kalmayı ya da otlatmayı en az zararla atlatabilmeyi başarmışlardır. Keçiler dikeni, sert yaprağı, hatta ince dalları bile kemirip öğütebilecek damağa ve dört ayakla dikenli bir ağacın en tepesine çıkabilecek  yeteneğe sahip etinden, sütünden, kılından, gübresinden yararlanabildiğimiz çok yönlü az bakım isteyen fakir dostu  ilginç bir türdür.


 
Keçiler yoğun biçimde otladıkları makilik alanlarda bitkilerden soyut heykeller, bonzailer üreten sanatçılardır aynı zamanda.

Yörüklerde keçiyi genellikle genç erkekler, oğlağı ise çocuklar güderler. Sürü kışın-yazın erken saatlerde ağıldan otlağa götürülür. Bu kural değişmez. İlkbaharda keçi ağıla kuşluk vakti döner, ikindiye doğru sağılır, tekrar ördürüme (yaylıma) gider. Bazen güzlekte ördürümden hiç dönmez. Kışlakta ise sürü bütün gün yayılır. Ayrıca, eylül, ekim aylarında keçi etten düşmesin, acıkmasın, oğlağa iyi gelsin diye gece saat iki dolaylarında ördürüme kaldırılır. Yaklaşık bir saat kadar sürü en yakın otlakta ördürülür. Öte yandan, keçi koşana katılarak sağılır, sağım işlemi bittikten sonra oğlak sürüye katılır. Oğlağın sürüye katılmasına "katışma", sürüden ayrılmasına "seçme" denir. Keçinin döllenmesine "yüğrüme" veya "yüğürme" denir. Eylül sonlarına doğru dişilerin arasına teke katımı yapılır. Yüğrümeden  5 ay 10 gün sonra, şubat sonlarına doğru yavru doğar. Doğan yavruya oğlak denir. Oğlak 6 aylıkken anasından ayrılır, çepiç olur. 1 yaşından sonra dişisine yazmış, erkeğine de seyis ya da teke denir. Keçi 2 yaşında yavru verir. Yörük yaşamında ördürülmesinden yüğrümesine ayrı bir sözlüğü ve özel bir kültür olan keçileri “orman düşmanı” yaftası takıp nesillerini ortadan kaldırma projeleri hazırlamak bu zengin ve köklü kültürü yitirmek anlamına geleceği gibi zamanın ruhuna da uygun düşmez. Ormana zarar veren keçi değil keçi yönetim planlarının olmamasıdır.

Keçileri ormanlar için zararlı ilan etmek ekolojik değil antropolojik bir iddiadır. Orman yönetimi ormanlardan en yüksek sürdürülebilir odun üretimini temel amaç edinmiştir ve bu nedenle de olaya ekolojik değil ekonomik bakmak durumundadır. Orman yönetiminde odun değeri olmadığı düşünülen “maki” alanlarının bozuk orman olarak tanımlanmış olması bu yaklaşımın bir sonucudur. Orman içi ve bitişiğindeki köylüye ait olan ve onlara ekonomik fayda sağlayan keçilerin ormandan ekonomik fayda elde etmeye odaklı Orman yönetimi için bir önem arz etmemesi, ancak neden olduğu olumsuz etkilere göre değerlendirilmesi olağan bir sonuçtur. Ancak günümüz paradigmasına göre orman yönetimi ekonomik olduğu kadar ekolojik (yazar ekolojinin ekonomik etkileşimleri de kapsadığı, kapsaması gerektiği düşüncesindedir) temellere de dayanmak zorundadır. Sorun bu nokta da, orman kaynaklarının ekonomik yaklaşımla mı, ekolojik yaklaşımla mı yönetileceğindedir. Birinci yaklaşımda keçi tümüyle zararlıdır ve  orman içinde yeri yoktur ikincisinde keçi sistemin bütünleyici ekolojik bir bileşenidir.

Yörük yaşamı ve kültürü başta olmak üzere keçi ve keçi ürünleri turizmin çeşitlendirilmesine önemli katkılar sağlayabilir. Keçi sütünden yapışacak peynir, yoğurt, dondurma, ayran, keçi etinden yapılmış yerel lezzetler, keçi ve kılından üretilebilecek hediyelik eşyalar ilk akla gelenler arasında sayılabilir. Keçi kırkma yarışmaları, yerel bir çalgı olan sipsi ile çalınan ve tekenin hareketlerini yansıtan ve kızışma döneminde dişisine çıkardığı sesten dolayı Teke Zortlatması olarak bilinen halk dansı ve müziği gibi eğlenceye yönelik öğeler bu zenginliği artırabilir. En tanınmış teke oyunlarından olan teke zortlatması (zortlama da denir), tekenin kızıştığı zamanki davranışlarını canlandıran, zeybek türü, kadın erkek bir arada oynandığı gibi, yalnızca kadınlar ya da sadece erkekler tarafından da icra edilebilen bir oyundur. Burdur'da 2007 yılında 20 bin 328 kişi Guinness Rekorlar Kitabı'na girmek için aynı anda 6 dakika boyunca 'Teke Zortlatması' adlı folklorik oyunu oynamışlardır.      


Teke Zortlatması

Deve ve Deve Güreşi

Tıpkı keçi gibi, 250-400 kg yük taşıyabildiği için yörüklerin kamyonu olarak nitelendirilen deve de  sütünden, tüyünden ve derisinden faydalanılabilen, tezeği yakılan, her türlü işlerde kullanılabilen ve her şeyinden faydalanılabilen kanaatkar bir hayvandır. Sırtına vurulan havuttan hataplara takılan büyük çanlara, yanaklara asılan zillerden üzerine örtülen renkli kilimlere kervana katılan ya da güreşe hazırlanan develer göz alıcı tablolar oluştururlar.

Motorlu araçların icadıyla Yörüklük bozulmuş devenin yerini traktörler, kamyonlar almış olsa da deve nesli ciddi tehdit altındaki Yörük yaşamı ve kültüründeki önemini hala korumaktadır. Deve kervanını (katarını) çekmenin de ayrı bir yolu-yordamı vardır. Kervanı, bu görev için özel olarak süslenen evin en güzel gelini çeker. Zülüfleri taranır, ala dolamasını giyer, tepeliğinin altınları parlar. Dirhem kuşağını kuşanır, fermanasını giyer ve kolunda yün burması ve kirmeni ile salına salına kervanı çeker. Bir başka kervanın gelini ile karşılaştığında elindeki kirmeni bırakır. Deve çekme işi, Yörükler arasında önemli bir görev, bir bakıma bir yarıştır.

Devenin yüklenmesi de başlı başına ustalık ister. Yörük olmayanların deveyi yükleyebilmeleri güçtür. Deve önce çökerilir. Buna ıhkırma denir. Yuları aşağı doğru çekildiğinde deve sallana sallana önce ön ayaklarını dizlerinden kırarak çökmeye başlar. Ardından tümüyle çöker. Yük bu durumda yüklenir. Bunun için iki kişi yükü çuvallar içinde olmak üzere devenin iki yanına koyar. Sonra her iki çuvalda aynı anda bir kaç kişi tarafından kaldırılır ve çuvallar karşılıklı olarak çuval kulplarıyla birbirine geçirilerek hataplara bağlanır. Böylece deve yüklenmiş olur. Öteki develer de yüklenince sırayla kaldırılır. Baş deve önde olmak üzere birbirine sırayla eklenir. Yani bir devenin yuları öndekinin yüküne bağlanarak kervan kurulmuş olur.


 
Deve güreşleri, tek hörgüçlü dişi "yoz" develer ile "buhur" adı verilen çift hörgüçlü erkek develerin çiftleşmesinden meydana gelen ve "Tülü" adı verilen erkek develer arasında yapılır. Tülü, yetişkin güreş devesi için kullanılan bir adlandırmadır. Yetişkin olmayan, güreşi yeni öğrenen genç güreş devesi için kullanılan adlandırma “daylak”tır.Tülü, 4-6 yaşında güreştirilmeye başlar, sakatlanma yoksa ve sakatlanmasına yol açacak güreş teknikleri kullanmıyorsa 20-25 yaşına kadar güreşmeye devam eder. Güreşlere hazırlık kapsamında, ekim-kasım aylarında deveye “havut” adı verilen hatap, havan, boncuk süslemeler gibi çeşitli aksesuarlardan oluşan semer konur ve deve güreşirken sırtında bu havut olur. Tülüler yalnızca güreş için "Savran" denilen deve bakıcıları tarafından yetiştirilir. Güreş develeri tıpkı atlarda olduğu gibi soya dayalı olarak seçilir. Güreşçi olacak Tülüler'in güreşçi develerin kanından olmasına özen gösterilir.



Deve güreşleri Ayak, Orta, Başaltı ve Baş olmak üzere dört boyda yapılır ve galibiyetler; kaçırtarak, bağırtarak veya yıkarak elde edilir. Develer tıpkı diğer güreşlerde olduğu gibi pehlivan olarak adlandırılır ve cazgır tarafından anons edilirler. Deve güreşleri genellikle kış aylarında aralık-nisan döneminde yapılır.

Orta okul ve lise yıllarımda (1960’lı yıllar) İzmir’de görevli Amerikalı arkadaşlarımla sıklıkla deve güreşlerine giderdik. Bu güreşlerden büyük keyif aldıklarını ve neredeyse deve güreşi tiryakisi olduklarını hatırlıyorum. Beydağları ya da Teke Yarımadasında, eski yoğunlukta olmasa da hala deve güreşleri düzenlenmekte ve oldukça ilgi çekmektedir. Turizmin başkenti olduğunu iddia eden bir kentte bu köklü kültürel ögenin Yörük yaşamının bir uzantısı olarak turizmin hizmetine sunulamamış olması düşündürücüdür.

Bölgenin En Yaşlı Canlısı: Ambar Katran


 
Beydağlarının en yüksek zirvesinin etekleri görkemli sedir ormanlarıyla kaplıdır.  Uzun yaşamaları ve yüzlerce yıl çürümeden kalabilen dayanıklı odunlarıyla ölüme meydan okuyan ünlü sedir ağaçlarının dünyada bilinen en yaşlıları da bu bölgede bulunuyor. Kumluca Karacaören köyü yakınındaki Dibek Tabiatı Koruma Alanı’nda bulunan ve yöre halkının ‘Ambar Katran’ olarak adlandırdığı sedir ağacının yaşının tam tamına 2326 (bugünkü yaşı 2331) olduğu hesaplandı. Dünyanın en yaşlı sediri olarak da adlandırılabilecek olan bu ağacın boyu 26.7 m, çapı 2.50 m, çevresi ise 7.85 m olarak ölçülmüştür. Bu devasa sedir ağacı Büyük İskender’le yaşıt, İsa’dan 320, Sezar’dan 220 yaş daha büyüktür.

Kizlar Sivrisine ulaşım yolu üzerindeki Çamkuyuları ve hemen kuzeyindeki Çığlıkara sedir ormanları arasında yaşı 1000 yılı, boyu 40 metreyi, çapı 2 metreyi bulan anıt ağaçlar, anıt ormanlar var. Bu dağların güneybatıya bakan yamaçlarındaki Arikanda antik kenti sedir odunu ihracatı yapan tüccarların kurduğu muhteşem bir ören yeridir. Hem çam kuyularında hem de Çığlıkara’da, bu dönemlerin tekniğine göre yüksekten kesilmiş ağaç kalıntıları, kütükleri hala görülebilir. İhraç edilen bu tomruklar, başta mısır olmak üzere, firavun ve kralların mezarlarında, tapınak gibi kutsal mekanların donanımında yoğun olarak kullanılmıştır.

Yörükler odun kömürü üretimine benzer bir yöntemle sedir odunu yongalarından katran adını verdikleri reçine kıvamında bir sıvı elde ederler. Sedire yerel olarak katran denmesinin nedeni budur. Yörükler keçilerine su içirdikleri yalaklara hem sağlıklı kalmaları ve hem de sudan tat almaları için birkaç damla katran damlatırlar. Katran kokusunun sürüleri akrep ve yılanlardan da koruduğuna inanılır.

Küçük, kibrit kutusu büyüklüğünde bir sedir odunu parçasının tüm evi sedir rayihasıyla doldurmasına ek olarak o eve güve gibi zararlı böceklerin girmesini de önler. Bu nedenle pek çok kültürde evinde sedir odunu bulundurma geleneği vardır.

Hediyelik eşya dükkanlarında sıklıkla Afrika ya da uzak doğu ülkelerinden ithal edilmiş ahşap masklar ya da heykelcikler görmüşsünüzdür. Bunların tik ya da abanoz odununda yapılmış olanları oldukça yüksek fiyatlara satılmaktadır. Kenya’da satın aldığım küçük bir abanoz bizon başı içim 75 TL ödediğimi hatırlıyorum. Sedir odunundan üretilebilecek hediyelik eşyaların sedir ormanlarına dikkat çekmenin yanında turistik hediyelik eşya pazarına farklılık getirebileceğini düşünmek bu kadar zor mu?



Bu Makale 11.08.2016 - 20:04:32 tarihinde eklendi.


Kullanıcı Yorumları
  • Cem Deniz 10.07.2016 - 11:44

    Muhteşem bir yazı ancak anlayana tabi. Anlamaz bizim turizmciler. Kamu da aynı özel sektör de. Bizimkiler turistin ağzına pide sürüp, peşinden birayı dayamayı, akşama kadar şezlongda yatırmayı biliyorlar. Buna da turizm diyorlar ya, pes!

En Çok Okunanlar
Bunları Okudunuz Mu?
Yazarlar
Tüm Yazarlar
GÜNCEL HABERLER
SEKTÖREL HABERLER

Turizm gündemine ilişkin haberlerin her gün mail adresinize gelmesi için abone olun.