Serdar Sağlamtunç / FCSI

İSTANBUL’ U İZLİYORUM GÖZLERİM AÇIK

Turizm evrensel bir kavramdır.

 
 
BİR ŞEHİR NASIL YÜCELTİLİR?
 
Turizm evrensel bir kavramdır. Kişinin değişik coğrafi bölgelere giderek görgü ve bilgisini artırma çabası ile yaptığı eylemler olarak tanımlanabilir. Gezilen yerler sadece bir merak, araştırma, keşif veya ticari amaçla olabilir. Halen bilinmezlerle dolu insanlık tarihi ve geçmiş uygarlıklarla ilgili birikimlerin olduğu yöreler tercih sırasında ön planda yer almaktadır. Gerçekten de bugünü anlamak için geçmişi öğrenmek, o günlerde yaşanan ortamı soluyabilmek, kültür birikimlerini algılayabilmek, yaptıkları eserleri ve hataları irdelemek 21. Yüzyılda bile büyük öğretilerle doludur. Eski çağlardan dünya milletlerine kalan bu miras aslında tüm insanlığın malıdır. Çok önemli bir farkla, eski medeniyetlerin yaşandığı topraklar üzerinde oturan milletler bu zenginlikleri koruyabildiği oranda insanlığa hizmet etmiş olur. 
 
Turist eski kültürleri öğrenmek veya merak ettiği yöreleri gezmek için yabancı bir ülkeye gittiğinde kendine yakın ne kadar fazla obje bulursa o kadar etkilenir ve bir sonraki seyahati için yeni yöreleri keşfetmek için planlar yapmaya başlar. Burada yanlış anlaşılan bir noktaya dikkat çekmek isterim. Çoğu zaman bu konu etrafındaki tartışmalar kişisel talep ve örnekleme ile algılanmaktadır. Öyle ki, örneğin, Londra’ ya alış verişe, Dubai’ e elektronik mal almaya, İsviçre’ ye saat almak gibi sadece kişisel tatmin için yapılan seyahatlerin turizm hareketi içinde çok önemli bir yeri olmasına rağmen ana felsefeye aykırı düşmektedir. Özünde turizm yeni kültür, tabiat ve tarihin araştırmasıdır. Turizm ve tarih o kadar iç içedir ki, tarihin incelenmesi insanlık için geleceği planlama bakımından sayısız öğretilerle doludur. Bir diğer ilginç elde edinim ise, tarihteki tüm şatafat ve güç kavgalarına rağmen her şeyin bir başlangıç ve sonunun olduğunu bize tüm çıplaklığı ile anlatmasıdır. Yaşamda her şey ama her şey ortaya çıkar ve kaybolur. Bu iki nokta arasındaki felsefi düşünce belki de insanlığın mutluluk reçetesidir. 
 
Ortaya çıkartılmış olandan daha fazla henüz çıkartılmamış tarihi kalıntılar aynı doğal zenginlikler gibi toprak altında keşfedilmeyi beklerler. Bu zenginlikler kısa bir süre içinde yapılmış ve gösterime sunulmuş bazı objeler değildir. Hele içine ruh katılamamış ancak dışına marka yapıştırılmış çanak çömlek asla değildir. Aksine yüz yıllardır yaşandığı zamandan bizlere haber getiren bir postacıdır. Bu nedenle hepimizi ilgilendiren tarih ve bunun ipuçlarını bize gösteren kalıntılara farklı bilimsel bir gözle bakmak gereklidir. Eğer bu yapılabilirse son zamanlarda ortaya çıkan türlü çeşitli akıl sınırlarını zorladığı iddia edilen zırva görüşlerin değerinin olmadığı açıktır. 
 
Eski eserlere ev sahipliği yapan şehirlerin bu açıdan ne kadar önemli olduğu ve eğer akıllı yönetilirse ne kadar fayda getireceği de örneklemeler ile ortadadır. Tam da bu noktada İstanbul ile ilgili son zamanda ortaya atılan tartışmalara bir turistik tesis danışmanı ve planlamacısı kimliği ile profesyonel açıdan bir yaklaşımda bulunmak istiyorum. İstanbul dünyada eşi benzeri olmayan bir şehirdi(!). Coğrafi olarak Asya ile Avrupa arasındaki köprü özelliği, Karadeniz ve Marmara denizleri gibi iki ayrı su rejimi içinde kalması, bu denizlerdeki farklı su, bitki ve hayvan özellikleri dikkat çekicidir. Teknolojinin bu kadar geliştiği bir ortamda denize yukarıdan bakıp ahkâm kesmek yerine onun kavradığı tüm doğayı ve içindeki zenginlikleri anlamak ve duyumsamak önemli. 
 
Teknik anlamda eski ve yürürlükteki teknoloji fabrika ve üretim alanlarında ortaya çıkan ısının ortamdan atılması için suyu kullanmayı alışkanlık haline getirmiştir. Öyle ki son 20-30 yıl öncesinde dünyadaki su kaynaklarının bitmez olacağı şeklinde bir görüş egemendi. Dolayısıyla fabrikalar çalışsın ve insanlar iş sahibi olsun düşüncesi yanında çevreye gerekli önem verilmedi. Bu amaçla çok kıymetli su kaynakları ya kirletildi veya tamamen ortadan kaldırıldı. Ancak günümüzde dramatik olarak öğrendik ki su çok önemli bir kaynak. Hele içilebilir kalitede olan su ki bu tüm kaynağın yaklaşık %20 si kadardır, ekonomik değer olarak ölçülemez büyüklükte. Biraz dikkatli düşünülürse, bunun değerini algılamak kolaydır. Vücudunun % 78 i su olan insan için bunun ne kadar önemli olduğunu anlatmak bile anlamsız. Bu nedenle bakış açımızı ve toplumsal algımızı değiştirmeliyiz. Hem de ivedi.  
 
NE YAPILMAK İSTENİYOR, ASLINDA NE YAPILMALI?
 
İstanbul’ un doğal ve tarihi güzelliklerini ve emsalsiz değerini bu kısıtlı yazıda anlatmam olanaksız. Ancak tavsiyem okuyucunun araştırma yaparak öğrenmesidir. Bunu bir kenara koyarak şu anda ilk paragraflarda anlattığım eski bir şehre hiç uymayan ve insan sayısı olarak 20 milyon sayısına yaklaşan şehirdeki birkaç kritik örnekleme vereceğim. Şehir kabından boşalmış ve komşu olduğu şehirleri içine katmaktadır. Örneğin Kocaeli. Bu çok tehlikeli gidişatın nedenine baktığımızda sadece ekonomik kaygı ve fayda sağlama ortaya çıkıyor. Para kazanma hırsı önce tabiatı sonra da insanı yok ediyor daha sonra da bu kazanılmış para ile eski yerine getirilmeye çalışılıyor. Kritik eşik ise “para kazanma” sözü içinde yatmakta. 
 
Bir özeleştiri yapalım veya iğneyi kendimize batıralım. Acaba biz ticareti biliyor muyuz? Bunun yanıtı ise çok basit. Bir soruyla açalım isterseniz. Ticaret nedir? Eldeki malı aynısını yerine koyduktan sonra geriye kalan miktardır. Fakat ticaretin tek kuralı satılacak malı ucuza mal etmektir. Dikkat edin üzerine istediğiniz karı koyarak yapılan iş para edinme olabilir ancak ticaret değildir. Neden mi? Ticaret sürekli değişen ve gelişen bir güçtür. Bu gücü sürdürebilmek için para kazanılan iş dalına yatırım yapmak gereklidir. Ancak bu şekilde bahsedilen maliyetleri indirme olanağına sahip olunabilir. Burada mal çeşitliliği, verimli üretim, modernizasyon, iş yeri şartlarının iyileştirilmesi, kalifiye işçi ve çalışan memnuniyeti devreye girer. Sorulması gereken kritik diğer soru ise, İstanbul yaşamı pahalı ve ulaşım sıkıntılı olmasına rağmen ki bunlar maliyetler için önemli girdilerdir, neden sanayi ve fabrikalar buralara konuşlanır? Son yıllarda yapıldığı gibi sadece üretimin ara mallarını ucuz ithal etmek ancak geçici bir çözümdür. En büyük tehlikesi ise edinimlerin ve iş yapma becerilerinin yitirilmesidir. Diğer risk ise dış ticaret açığının tersine açılarak genişlemesidir. Yine yaşadıklarımızdan biliyoruz, ihraç ettiğimiz malların %90 a yakın kısmı sektörlere göre değişmesine rağmen ithal mallardır. Özellikle sanayi gelişmek isteyen devletler için şarttır ve bunun iyi modellerini uygulayan devletler model alınabilir. 
 
Burada kısaca anlatmaya çalıştığım, elde var olan bir turistik cenneti farklı bir şekilde ticari bir meta haline getirerek çok daha fazla para kazanılacağı konusuna dikkat çekmektir. Görünmeyen ancak ne yazık ki henüz çoğu yatırımcı tarafından algılanamamış bir olgu gerçek “turizm” işleyişidir. Sadece bina yapmakla ve sabahtan akşama gıda tükettirmeye çalışmak asla turizm değildir. Eğer gerçek turizm yapılmaya başlansa örneğin İstanbul gibi eşi bulunmayan bir şehirdeki en ucuz oda fiyatı şu anda satılanın en az iki misli olacaktır. Buna ilave pazarlama faaliyetlerini de katarsanız mevcut ciroların 2,5-3 misli gelir almak normaldir. Yine düşünelim, eğer böyle bir gelir elde etsek bu şehrin anlamı ortaya çıkar mı? Tabi ki turizmin yabancı ülkelerde bacasız endüstri olarak tanımlanmasının tek nedeni budur. Bu satırları okuyan okuyucular konuya çok yakın değillerse Londra veya Paris ile ilgili şehircilik anlayışı yanında elde ettikleri gelirleri araştırsınlar. Görülecektir ki, bizim yapamadığımız şehri pazarlama işinden bu şehirler ve ülkeler, turist sayılarında oynama yapmadan senelik ziyaretçi sayıları bizim rakamlardan 4-5 misli fazladır ve gelir olarak da 5-6 misli para kazanmaktadırlar. 
 
Belki de bilinç ve tarihi kalıtıma saygı birlikte ele alınmaktadır ancak ne Londra ne de Paris şehirlerine olabilirliği muğlâk projeler veya nükleer santraller önerilmemektedir. Turist araştıracağı, yeni heyecanlı buluşlar yapacağı, tarih ve coğrafyayı keşfedeceği ortamlar arıyor ve bunlara gerekli ücreti ödüyor. Ancak hiçbir turist beton yığınlarından oluşan devasa, zevksiz sıra sıralı alışveriş merkezleri ve ticari yapılardan haz etmiyor. İstanbul’ u eskiden gezmiş olan ve belli bir süre sonra yeniden gelen turist dostlarım yeni yerden fışkırmış binaları dehşet içinde izliyorlar. Bunların yapımına nasıl izin verdiğimizi sorguluyorlar. Ekonomik bahanelerle tarihin neden bu kadar harap edildiğini anlamıyorlar. İsterseniz sizler de yabancı konuklarınıza sorun, bakalım onlar ne yanıt verecekler? 
 
Herhalde en akılcı olan çözüm şehri tamamen turizme açık eski şehir olarak muhafaza etmek ve sanayi ile üretim tesislerini gelişmesi istenen yöre ve şehirlere kaydırmaktır. İzin verin şehir size hizmet etmeye devam etsin ama onu öldürmeyin lütfen.
 
BENZER VE İLGİNÇ BİR ÖRNEK
 
Geçen ay bir toplantı için 15 yıl arayla ikinci defa gittiğim Dubai bana bu görüşleri yerinde algılama olanağı verdi. Son yıllarda yapılan onlarca boz renkli cam ve beton binalar şehrin siluetini değiştirmiş. Yeni bir bina çıkmış ama bulunduğu yer eski bir mahalle ve buradaki evler sıradan, bazıları bakımsız ve his olarak tamamen rahatsızlık veriyor. Yeni binaya girince eskiyi görmediğiniz ve şatafattan her şeyin birbirine karışması ile garip bir kültür uyumsuzluğu yaşıyorsunuz. İşte bu noktada insan düşünüyor ve para denen alım gücünün binaları yapabileceği ancak kültür ve estetiği asla satın alamayacağını çıplak gözle görüyorsunuz. Şehir bir şantiye gibi ancak planlama ve hesap hatalarından olacak, üç yıl önce yapılan yeraltı treni fuar zamanı çalışmayacak yüke ulaşıyor, sokaklarda araç trafiği felç oluyor ve gününüzü sıkıntıyla bitiriyorsunuz. Acaba bu anlattığım sizlere aşina geliyor mu? Yoksa İstanbul için de benzer bir model mi örnek alınmak isteniyor? Eğer öyleyse çok yazık. Yine de ders alınması gereken birkaç not ileteyim. Burj el Arap ve diğer birçok proje nedeniyle ekonomik kriz patlamış durumda. Palmiye adası ise çok manidar bir örnekleme. Suni olarak yaratılmak istenen ve milyar dolar gelir beklenen adalar suya batıyor. 
 
Doğa hiçbir suni eklentiyi kabul etmiyor. Sürekli olarak çeşitli şehirlerde ve en dramatik olarak İstanbul’ da yakın zamanlarda yaşadığımız dere taşmaları, sel ve toprak kaymalarını unuttuk mu? Normal akış güzergâhı kapatılınca tabiat ve doğal güç enerjisini boşaltırken önüne gelenleri silip süpürüyor. Belki de en uygun örnekleme Ayamama deresi taştığı ve afet oluştuğunda hemen yakınındaki ve yüzyıllar önce yapılmış köprünün sağlam olarak durmasıdır. Eğer biraz dikkatli olarak bakılırsa o yıllardaki teknolojik birikim ile birlikte tabiatın yolunun kesilmediği de görülecektir. İnsanoğlu varlığını sürdürmek için tabiat ile birlikte ahenkli bir şekilde yürümeyi öğrenmelidir.   
 
Ne diyelim belki de eski iki Kızılderili deyişi en uygun olanı anlatıyor:     
 
Biliyorsunuz, dağlar her zaman taş binalardan daha güzeldir. Şehirde yaşamak, yapay bir varoluştur. Orada birçok insan, ayaklarının altında gerçek toprağı hiç hissedemiyor, saksıdakiler dışında bitkilerin büyüyüşünü göremiyor ya da caddelerin ışıklarından geceleyin yıldızlarla süslenen büyüleyici gökyüzünü görebilecek kadar uzaklaşamıyor. İnsanlar Yüce Ruh'un yarattığı sahnelerden uzakta yaşadığında, onun kanunlarını da kolayca unutuyorlar.
 
Son ırmak kuruduğunda, son ağaç yok olduğunda, son balık öldüğünde,
Beyaz adam paranın yenmeyen bir şey olduğunu anlayacak.
 

Bu Makale 21.05.2011 - 19:01:34 tarihinde eklendi.


Kullanıcı Yorumları
Henüz yorum yapılmadı.
En Çok Okunanlar
Bunları Okudunuz Mu?
Yazarlar
Tüm Yazarlar
GÜNCEL HABERLER
SEKTÖREL HABERLER

Turizm gündemine ilişkin haberlerin her gün mail adresinize gelmesi için abone olun.